30 Kasım 2008 Pazar

Hakkın Hukukla Gasbedilişi

Ülke tabular tarlası gibi,mayın tarlasından da beter.Anayasanın verdiği bir hakkı, Ceza Usulü hukukuyla, bir kararnameyle veya başka bir yasayla geri alabiliyorsunuz.

Yasakoyucunun keyfiyet sınırlarıyla, yargılayanların, uygulayanların keyfiyeti arasına sıkışan bir garabet arasında kaybolan insani hasletlerimiz, düşüncelerimiz,inançlarımız, hayatımızdır...

Yanlışların kurban vatandaşı olmaktan hukuk'un guguklamadığı bir demokratik düzene varamadan ömrü heyulamızdır bitmektedir.

Hukuk dediğimiz şey, sosyal devlet ilkesini zedelemekte, sosyal oluşumların gerisinde kalabilmektedir. Halkının gerisinden gelen bir hukukla ilerlemek mümkün değildir.

Yasalar yazıldığında eskimiş sayılırlar. Yasalar belli zümrelerin sınıfsal çıkarlarının ideolojik sığıntıları olmaktan kurtulmadıkça, vatandaşlara eşit davranamayacaktır. Ayrımcılığı sistemleştiren ve halkını ayrıştıran yasalar, çağdışı bağnaz hukuk adaletsizlikleri örnekleridir.

Halkını ideolojik bölümlere ayıran hukuk adamlarımızın yorumlarıdır.Kendi ideolojik şablonuna yerleştirmek istemektedirler. Yanlış kararlarla halka güven vermeyenler, halkın geleceğinden de kendi geleceklerinden de çalmış olurlar. Yanlış hukuki kararlar halkın mutluluğunu değil, zümre ve sınıfların çıkar ve mutluluğunu sağlama amacına yöneliklerdir. Kişisel ideolojik fosilleşmiş kararlar açıkca ararejimlere heveslenmelerdir. Ülkemizi de bu çağdaş ülkelerden koparıp, geri,kapalı toplumlar sınıfına katacak yorumlarla, vicdanları karartan siyasal, ideolojik kararları katabiliriz.

Yasalar yasakları tesis etmekten öce , hürriyetleri koruma ve kollamalıdır. Yasaklar özgürlükleri biçmekte, insanlarımız mutsuz kılmaktadır. Aslolan özgürlükler olmalıdır. Laiklik adına yapılanlar, biçimsel korunmanın, bireysel, zümresel faydalarını sağladığı yadsınmamaktadır. Totaliter yapı, kemalist laik faşist totaliter bir rejim sergilenmektedir. Ülkemiz yargı devletinden çıkıp hukuk devletine dönüşümün demokratik atılımlarını yapacaktır.

Anayasanın 24. Maddesinde "eğitimin temel hak" olduğundan bahseder. Laiklik adına başörtülülerin eğitim haklarının gasbı, anayasanın verdiği bu hakkın gasbıdır.

Anayasanın 12 maddesi ise;"herkesin kanun önünde eşit" olduğunu söyler. Kanun önünde eşitlik haklar ve ceza bakımından olmalıdır. İnsanın öncelikli olduğu, ayrıcalıklı sayıldığı, dokunulmaz görüldüğü bir toplumda ihlal açıktır. İnsanların başörtülü veya başı açık diye ayrıştırılması da bu anayasa maddesinin açık ihlalidir. Başı açıkların başörtülülere zümresel baskı yapması eşitsizliği beslemektedir. Başörtülülerin de ilerde baskı yapma ihtimaliyle yasa ihdas etmek de anayasaya aykırıdır. Anayasal gerekçe olamaz.

Eşitsizlik; zümresel ayrışım, eğitimin alınışından sınavların yapılışına ve memurların alınışına adaletsizlikler içermektedir. Eğitim eşitsizliği de ülkede ki adalet uçurumunu büyütmektedir.

Madde 50 de ise; devletin temel hizmet alanına işaret etmekte; "halkın eğitim öğretim ihtiyaçlarını sağlama devletin başta gelen görevidir" denilmektedir. Eğitim ihtiyaçlarının karşılanmasında bölgesel farklar, zümresel üstünlükler adaletsizliği pekiştirmektedir. Hala dersliklerin yetersizliği ve öğretmen ihtiyacının giderilemediği ortadadır. Öğretmenlerin de ücretli, sözleşmeli ve kadrolu oluş üçlüsünde değerlendiriliyor olması, eğitimin sağlıklı hizmetlerle verilemediğinin belirtileridir.

Anayasanın 12. ve 50. Maddeleri ışığında örnek verecek olursak; dil eğitimi alan varlıklı aile çocuklarına asistanlık yolu açıktır. Özel okullarda okuyanlar, yurtdışında okuma imkanı bulanların ülkemizde daha rahat iş bulabilmektedirler. Eğitim eşitsizliklerinin doğurduğu adaletsizlerin getirdiği sınıfsal ayrışmaları ve rejimi beslemektedir.

Dışişlerinde yapılacak sınavlarda da çok yi derecede yabancı dil bilme şartı aranmaktadır. Eğitim eşitsizliğinin getirdiği adaletsizlikler, sınıfsal ayrışmalara neden olmaktadır. Anayasanın öngördüğü eşitlik ve adalet sağlıklı işletilememektedir. Sosyal devlet olma ilkesi kaybolmaktadır.

Az gelişmişliğin izleri en çok eğitimde rastlanır. Hala çağdaş normlara uydurulmamış, darbe kalıntısı eğitim modellerinin halktan ve halkın, sosyal hayatın gerçeklerinden uzak oluşu görmezden gelinmektedir. Haksızlıklar,katsayı zulmü ve kesintisiz dayatmalarının bilimsel temelleri bu toplumda kabul edilebilmiş ve özümsenebilmiş değildir. Eğitimimiz; altyapısı olmayan şehirlerimize benziyor.

Anayasanın 22. Maddesince, kitap toplatmak anayasaya aykırı, ancak CMUK 96. Maddesine göre kitaplar toplatılabilmektedir.

Anayasanın 20.maddesine göre, düşünce özgürlüğü güvencesine rağmen , aydın ve düşünürler polisce izlenmekte, bunlar demokrasi ve hukuk devleti adına yapılmaktadır.

Demokrasilerde fikirlere gümrük olmaması gerekir. Fikirlere gümrük koymak isteyenler, bürokratik oligarşidir. Fikirler saygındır. Fikirlere saygı, fikir sahiplerince gösterilebilir. Fikirden yoksunların fikir ve düşünüşten ürkmesi kaçınılmazdır. Devlet her fikrin özgürce ifadesine, yayılmasına ve yapılanmasına izin vermelidir.

Hukukun hakları koruyan birşey olduğunu herkes anlamalıdır. Denetlenebilirliğin herkese eşit uygulandığını bilmek hakkımızdır. Yargı denetiminin genişlemesi hukuk devletinin gelişiminin belirtisi sayılacaktır.

Hakların, hukukçuların yorumlarına kurban edilme ihtimalinin kalktığı bir dünyada yaşamak dileğiyle...
Yazının Orjinal Linki İçin Tıklayınız



--
Tarihine sahip çıkmayanların,istikballeri olmaz.
اللهم صلي وسلم وبارك عليك يا حبيبي ياشفيعي يا قرة عيني يا محمد
Yavuz Sultan Selim Diyor ki:

Bu seferlerimiz, bu sıkıntılarımız ve bu perişanlıklarımız, hep gönülleri birleştirmek, İslam Birliğini tesis etmek içindir.

Mülk Allah'ındır. Kim Allah'ın yardımı olmadan istediğini elde etmede zafere ulaştığını söylerse, Allah onu kahreder ve aşağı derecelere indirir.

Vükela ve ümeranın süslü elbiseler giymesi, padişahlarına tazimden ileri gelir. Biz Allah'tan başka kime tazime mecburuz ki, bu külfeti ihtiyar edelim? Bizim Padişahımız vücudu saran libasa değil, ruhun içindeki inanca bakar.

Serhat ERDEMLİ

Tuğgeneral Bahtiyar Aydın dosyası da açılıyor

Terörün silahla bitirilemeyeceğini savunan Bahtiyar Aydın, 1993 yılında, Lice'de alnından tek kurşunla vurulmuştu.
Pazar, 30 Kasım 2008 07:02


Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, 22 Ekim 1993 tarihinde operasyon için gittiği Lice'de tek kurşunla öldürüldü. Terörün silahla bitirilemeyeceğini savunan paşa, karakol binasının kapısında alnından vurulmuştu.

Olay, ilk gün gazetelere 'kör kurşun' başlığıyla yansıdı. Ardından 'çatışmada şehit düştü' haberleri sürüldü piyasaya. Ve resmî kayıtlara 'PKK ile çatışmada şehit düşen en yüksek rütbeli asker' olarak geçti. Olayın ardından ele geçirilen Kanas suikast silahı ortadan kayboldu. Aradan 15 yıl geçti. Ergenekon soruşturmasıyla birçok faili meçhulün ardındaki sis perdesi de aralanmaya başladı. Yüksekova Çetesi'ni ortaya çıkaran eski Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz, Bahtiyar Aydın suikastıyla ilgili çok önemli açıklamalarda bulundu. Zaman'a konuşan Oğuz, Aydın'ın, JİTEM içindeki PKK itirafçıları tarafından öldürüldüğünü söyledi.

Terörün şiddetle bitirilemeyeceğini anlatan, sürekli bölge halkının kazanılması gerektiğini söyleyen paşa, JİTEM ve benzeri illegal yapılanmalara karşıydı. PKK terörünün tamamen çözülebilmesi için örgüte katılımı engelleyecek önlemlerin alınması gerektiğini savunuyordu. Halkla devleti kaynaştırdığı için hem PKK'nın hem de şiddet ortamından beslenen 'derin yapının' hedefindeydi. Tıpkı aynı dönemde öldürülen Eşref Bitlis ve Rıdvan Özden gibi Bahtiyar Aydın dosyası da 'devlete zarar vermemek için' kapandı. Yüksekova Çetesi'ni ortaya çıkaran eski Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz, 15 yıl sonra Zaman'a Bahtiyar Aydın suikastıyla ilgili çarpıcı açıklamalar yaptı.

Bahtiyar Aydın'ın JİTEM'de çalışan PKK itirafçıları tarafından öldürüldüğünü ölüm tarihinden beri bildiklerini, ancak nasıl öldüğü konusunda bilgileri olmadığını anlattı. 'Nasıl?' sorusunun cevabını ise başka bir soruşturmada öğrendi. 1996'da Hakkari'de görev yaparken Yüksekova'da adam kaçırma, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgili yürüttükleri bir soruşturma kapsamında gözaltına alınan K.B. isimli bir PKK itirafçısının Bahtiyar Aydın suikastı ile ilgili bilgiler verdiğini aktardı: "Ben sorguladım. Bu itirafçı PKK'nın içinde bir dönem tabur komutanlığına kadar yükselmiş. Teslim olduktan sonra da JİTEM'in eylemlerine katılmış. Bahtiyar Aydın'ı öldürdüklerini itiraf etti. Generali vurmak için Yüksekova'dan Lice'ye kendilerini Albay Hamdi P.'nin helikopterle götürdüğünü söyledi."

Hüseyin Oğuz, Bahtiyar Aydın suikastı ile ilgili bilgilerin de yar aldığı dosyayı hazırlayıp bir üst komutanı Albay Hamdi Çakır'a iletiyor. İddialar üzerine hemen bir toplantı düzenleniyor.

Devlet zarar görmemeli!

Hüseyin Oğuz bu süreçte yaşananları şöyle anlatıyor: "Yapılması gereken yapılmadı. Toplantıda çok olumsuz ortam oluştu. 'Devlet zarar görür' dendi. İşin içinde devletin bir albayı var. O toplantıda işler koptu. Ve bu olayın kapatılarak, ifadelerin sil baştan yeniden alınmasına karar verildi. Sadece Mecit Baskın'ın kaçırma olayına dönüştü soruşturma. Beni de hemen anında soruşturmadan el çektirdiler, görevden aldılar."

Suikastı düzenleyenlerin çete olduğunu söyleyen Hüseyin Oğuz, "Devletin içine girmiş, şahsi menfaatleri için çalışan tipler. Bunlar vatansever de değil, milliyetçi de değil." diye konuştu. Olayda kullanılan silahın daha sonra Diyarbakır DGM'ye kadar gittiğini ifade etti: "Sonra o silaha ne oldu bilmiyorum. İzini kaybettik. TSK'nın envanterinde olan bir silah değildi. Bu kaçakçılar kanalıyla alınmış bir Kanas'tı."

JİTEM içindeki itirafçıların devletin imkanlarını kullanarak PKK lehine işler yaptığını söyleyen Hüseyin Oğuz, bunların çoğunun örgütle ilişkilerini sürdürdüğünü söylüyor. Terörün bitmesini istemeyen JİTEM ve PKK'nın ortak eylemler yaptığını anlatıyor. Uyuşturucu ve silah sevkiyatının arama noktalarından rahatça geçen JİTEM arabalarıyla yapıldığını belirtiyor: "Bahtiyar Aydın'ı da bu yüzden öldürdüler. PKK itirafçısı ifadesinde, paşayı, olayların çözülmesini istediği, insanların dağa çıkmaması için uğraştığı ve vatandaşa doğruları anlatıp ikna etmeye çalıştığı için öldürüldüğünü söyledi."

Gizli tanık, cinayetin ayrıntılarını anlatıyor

Tuğgeneral Bahtiyar Aydın suikastı, Ergenekon iddianamesinde de kısaca yer alıyor. 4 Haziran 2008'de ifadesine başvurulan, uzun yıllar PKK terör örgütü içinde yer almış gizli tanık Deniz, dönemin Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz'un söylediklerini doğruluyor. Paşanın uydurma bir ihbarla Lice'ye çekildiğini anlatan tanık, şunları söylüyor: "1993'te operasyonlar sürerken askerlerin telsiz konuşmalarında 'geri çekiliyoruz, paşa vuruldu' şeklinde haberler duyduk. Lice'de PKK militanlarının büyük bir baskın yaptığı söylenerek paşanın Lice'ye gelmesi sağlanmış. Helikopterden iner inmez bir asker tarafından öldürüldüğünü, o askerin de başka bir asker tarafından vurulduğunu öğrendim. Kesinlikle bu olayı PKK örgütü yapmadı. Paşanın ne amaçla ve kim tarafından öldürüldüğünü bilmiyorum. Bu konunun Ergenekon soruşturması kapsamında ele alınmasının uygun olacağını düşünüyorum."

Kaynak: Zaman

Enver Paşa İngilizlerle temastaymış

88 yıl sonra ortaya çıkan gerçekte, o dönemden ilginç tarihi ayrıntılar da var

Enver Paşa'nın Kurtuluş Savaşı sürerken İngilizler'le üç ayrı gizli görüşme yaptığı belgelendi. İngiliz istihbarat raporlarına göre, Türkiye'nin bağımsızlığının tanınması karşılığında İngiltere'ye Bolşevikler ile işbirliğinden vazgeçmeyi öneren Enver Paşa, 'Anlaşma olursa Mustafa Kemal lider olabilir' diyor.

Star'ın haberine göre, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucu önderi Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın dönemin İngiliz Savunma Bakanı Winston Churchill'in bilgisi dahilinde İngiliz İstihbarat Binbaşısı Ivor Hadley ile Berlin'de üç kez gizlice görüştüğü ortaya çıktı. İngiliz isthbarat raporlarına göre, 88 yıl önce yapılan görüşmelerde, Enver Paşa, İngiltere'ye açıkça Türkiye'nin bağımsızlığının tanınması için teklif götürüyor. Mustafa Kemal'in tekliften haberi olup olmadığı sorusuna ise Enver Paşa, 'Aramız çok iyi. Benim altımda çalışabileceğini söyledi. Lider olabilir' yanıtını veriyor.

ONUNLA ARAMIZ ÇOK İYİ

TÜRK Tarih Kurumu'nda yürütülen bir proje kapsamında 2004-2009 yılları arasında ABD, İngiltere ve Alman milli arşivlerinde incelemeler yapan Balıkesir Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Bülent Özdemir, İngiliz istihbarat raporlarına ulaşmayı başardı.

İngiltere Savaş Bakanlığı, belgeleri ve istihbarat raporlarının yer aldığı, 'War Oficce'de incelemeler yapan Doç. Özdemir, Enver Paşa'nın İngiliz istihbarat subayı Ivor Hadley ile 6 Ocak 1920, 16 Ocak 1920 ve 24 Şubat 1920 tarihlerinde Berlin'de bir araya geldiğini ortaya çıkardı.

İstihbarat raporlarına göre, Enver Paşa, İngiliz subayın 'Anadolu'da Kurtuluş Savaşı'nı yürüten Mustafa Kemal sizi ciddiye alacak mı' sorusuna şu cevabı veriyor: 'Mustafa'yla aramız iyi. Mustafa, imkanlar dahilinde İngiltere ile anlaşabileceğini ve gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor. Eğer bir anlaşma olacaksa İngiltere'nin Mustafa Kemal'i bir lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur. Önemli değil, lider Mustafa Kemal olsun.'

MEÇHUL KADIN ARACI

İNGİLİZ arşivlerine göre, ilk görüşme Enver Paşa'nın eşi Naciye Hanım ve 3 yaşındaki kızı Türkan'ı İngiltere üzerinden getirdiği Almanya'daki, '17 Knausstasse Grunewold-Berlin' adresinde gerçekleşti. 6 Ocak 1920'de kimliği belirsiz bir kadın, İstihbarat Binbaşısı İvor Hadley'i, telefonla arayarak 'Enver Paşa ile görüşmek ister misiniz?' diye sordu. İstihbaratçı bu telefona, 'O meşhur Enver Paşa mı?' diye karşılık verip görüşmeyi kabul etti.

BiRiNCi GÖRÜŞME 6 OCAK 1920

Vatansever olduğunu söyleyerek işbirliği önerdi

İstihbarat Binbaşı Hadley, İngiliz Savaş Bakanlığı kayıtlarına da giren ilk görüşmeyi şöyle anlatıyor: 'Enver Paşa söze bir vatansever olduğunu söyleyerek başladı. Savaşın kaybedildiğini, bir asker olarak bunu kabullendiğini ve Türkiye'nin gerçek dost olarak İngiltere'yi gördüğünü söyleyerek, gizli bir işbirliği teklif etti.'

Hadley, Enver Paşa'nın görüşmede kendisine, 'Eğer Türkiye ile bir işbirliği yaparsanız İngiltere'nin Mısır'da ve diğer Müslüman doğu ülkelerinde (Özellikle Hindistan-Afganistan) yaşadığı sorunların çözümü konusunda bizzat çalışarak nüfuzunu kullanacağını ve bu teklifin doğrudan Savunma Bakanı Wınston Churchill'e iletilmesini istediğini' söylüyor. Binbaşı Hadley, 'Londra'ya gidip bunları Churchill'e anlattım. O da o sırada Paris Barış Görüşmeleri'nde olan Başbakan Lord Crouzon'a gönderdi' diye de ekliyor.

iKiNCi GÖRÜŞME 16 OCAK 1920

Enver Paşa 'Profesör Ali' takma adını kullanıyordu

HADLEY: Churcill'in bilgisiyle 16 Ocak 1920'de Berlin'deki adreste 'Profesör Ali' takma adını kullanan Enver Paşa ile ikinci kez görüştük. 'Mustafa Kemal sizi ciddiye alacak mı?' diye sordum.

Enver Paşa da 'Mustafa, imkanlar dahilinde İngiltere ile anlaşabileceğini, gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor. Anlaşma olacaksa İngiltere'nin Mustafa Kemal'i lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur. Lider Mustafa Kemal olsun' dedi.

ÜÇÜNCÜ GÖRÜŞME 24 ŞUBAT 1920

Bağımsız Türkiye'ye karşılık Bolşevikler

'ENVER Paşa, 24 Şubat 1920'de acil görüşme talebinde bulundu. Bu görüşmede Enver Paşa, anlaşma halinde;

1- Bolşevikler'in Kafkasya yoluyla İran'a kadar gitmesini engelleyeceğim.

2- Afganistan ve İran'da İngiliz karşıtlığının ortadan kalkması için çalışacağım.

3- Mısır'a belli oranda bağımsızlık verilirse, 'Oradaki milliyetçilere İngiltere ile yakın ilişkide çalışın' telkinlerinde bulunacağını söyledi. Enver Paşa, bunları tam bağımsız yeni bir Türkiye karşılığında yapabileceğini ifade etti.'

İngilizler'e blöf yaptı

Doç. Bülent Özdemir (Balıkesir Ünv.): Bütün bu gelişmeler, Enver Paşa'nın öncelikle İngiltere ile anlaşmak istediğini, Sovyet hükümeti ile yapacağı görüşmelerin daha çok B planı olduğunu ve yine Sovyet Rusya'nın opsiyonunu İngiltere'ye karşı bir blöf olarak kullandığını gösteriyor.

Mustafa Armağan (Tarihçi-yazar): Almanlar'la görüşmelerini biliyoruz. Ruslar'la görüşmeleri yayımlandı. Atatürk'le ilgili sözlerini açıkcası hiç duymamıştım.

Doç. Hakan Kırımlı (Bilkent Ünv.): Kesinlikle böyle bir görüşme olmuştur. Enver Paşa'nın o dönemdeki yazışmaları bağlamında bakılınca bu görüşme gerçektir.

Hem tarih yazdı, hem de fotoğraf çekti


Hem tarih yazdı, hem de fotoğraf çekti
Fahrettin Paşa (1868-1948)
Medine müdafaasıyla hafızalarımızda destanlaşan Fahreddin Paşa'nın vizöründen çıkan fotoğraflar hâlâ tarihî belge özelliğini koruyor. O müdafaa ki hayali cihana değer.

Gün gelir askerleriyle birlikte çekirge kavurması yer, gün gelir susuz günlerde açtığı kuyudaki suyu zemzem niyetine içer. Ama her zaman başı diktir. Askerin maneviyatını güçlendirmek için gazete çıkarır; vatan ve sancak üstüne şiir yarışmaları tertip eder.

Kabil, 1920'ler... Bir gece vakti... Bütün şehri tehdit eden yangında göğe yükselen alevlerin ışığı iki kadim dostu buluşturur. Bir yanda Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki destansı Medine savunmasıyla adını duyuran, sonrasında Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin Kabil sefiri olan Fahrettin Paşa, diğer yanda ise Harbiye Nazırı olduğu Başkortostan'ın Bolşeviklerce işgal edilmesi üzerine çareyi Türkistan'da arayan Zeki Velidi (Togan) Bey. Göz göze geldiklerinde ellerinde kovalar yangını söndürmeye çalışmaktadırlar. İlk şaşkınlığın ardından söze Zeki Velidi Bey girer: 'Hayrola Paşam, burada ne işiniz var?' Cevap tam da Fahrettin Paşa'nın hayatını özetleyen cinstendir: 'Unutmayın Zeki Velidi Bey, nerede bir hadise var, orada Türk hazırdır!'.


1917. Fahreddin Paşa'nın görüntülediği Medine'ye ulaşabilen son surre alayı.

Gerçekten de Paşa hayatı boyunca nerede bir hadise varsa oradadır. Fakat en önemli farkı, fotoğraf makinesi de yanındadır. Mücadeleci kişiliği, cesareti ve kahramanlığı ile destanlar yazarken bir yanan da çoğu kendi vizöründen kaydettiği cam negatiflerle imparatorluğun son günlerinin bir panoramasını sunar.


Osmanlı kalesi Tophane'den çekilen fotoğrafta, Mescid-i Nebevi'nin dört minaresi ve Peygamberimizin kabrini örten Kubbe-i Hadra görülüyor.

Fahrettin Paşa üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan, Paşa'nın birçok bilinmeyen yönüyle birlikte 'belgesel fotoğrafçı' yönünü de ortaya çıkaran araştırmacı Ömer Faruk Şerifoğlu, O'nun fotoğrafla 7 yaşında iken, doğduğu Tuna vilayetinin merkezi Ruscuk'ta tanıştığını söylüyor. Vilayette Posta ve Telgraf Müdürü olarak çalışan babası Mehmet Nahit Bey'in emrindeki Fransız mühendislerden cebir, geometri ve Fransızca dersleri alırken fotoğraf makinesini gördüğünü belirtiyor. Fahrettin Paşa, sık sık dersleri kaynatarak bu garip makineyi keşfe dalıyormuş. Fakat bir fotoğraf makinesine ilk kez Harbiye öğrencisi olduğu yıllarda, 17 yaşındayken sahip olmuş. Hatta Beyoğlu'ndaki Phebus Fotoğrafhanesi'ne gidip Bogos Tarkulyan'dan özel dersler almış. Bir daha elinden düşürmediği sihirli kutusuyla İzmit, Adapazarı, Medine, Kabil, Türkistan, Buhara, Beyrut ve Malta'da, görev yaptığı, seyahat ettiği her yerde enstantaneler yakalamış. Harp Okulu'ndaki arkadaşları arasında fotoğrafı popüler yapmakla kalmamış, imparatorluğun son dönemlerinin en sancılı bölgelerini makinesiyle kayıt altına almış. Ailesi nin IRCICA'ya bağışladığı 300 kadar cam negatif ve özel koleksiyonlardaki siyah beyaz baskılar Fahrettin Paşa'nın günümüze bıraktığı en değerli miras.


Medine'den Kuba Mescidi'ne doğru yeni açılan yola ray döşeniyor.

Paşa, 1910 yılındaki Türk-İtalyan harbi gibi çatışmalarda bulunduysa da, adını duyurması Balkan Harbi sonrasında oluyor. Çünkü 1913 Temmuz'unun 22'sinde Enver Paşa öncülüğünde Edirne'ye giren ilk askeri birliğe komutanlık ediyor. Sonrasında Musul ve Halep görevleri geliyor. Arabistan yarımadasındaki hareketlenmeler üzerine yeni görev yeri Hicaz'dır. Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in oğullarından Ali ve Faysal'ın Osmanlı karakollarını taciz etmesi üzerine Medine'de idareye el koyar. 2,5 yıl sürecek zorlu Medine Müdafaası başlamıştır artık: Yokluk dolu günlerin de başlangıcıdır bu. Gün gelir askerleriyle birlikte çekirge kavurması yer, gün gelir susuz günlerin ardından açtığı bir kuyudan bulduğu suyu 'zemzem' niyetine içer. Ama asla ezilmez ve her zaman başı diktir. Askerin maneviyatını güçlendirmek için gazete çıkarır, vatan, sancak üstüne şiir yarışmaları tertib eder.


Medine'de düşen pilot Fazıl Bey'in Hilal-i Ahmer uçağı ve yardıma koşanlar.

Niyetlerinden şüphelendiği İngilizler zarar vermesin diye Mescid-i Nebevi'deki 'Mukaddes Emanetler'i Harem-i Şerif Şeyhi Ziver Bey ve 500 korkusuz askeri eşliğinde payitahta, İstanbul'a gönderir. Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan ve bizim de yenik sayıldığımız Mondros mütarekesinin ardından şehri teslim edin diyen İngiliz elçilerini ve Arap emirlerini dinlemez. İstanbul'dan gönderilen şehri teslim etmesi yönündeki padişah fermanını ise 'Bir Osmanlı padişahı kendi rızasıyla Mekke ve Medine'yi teslim edin diye ferman imzalamaz.' diyerek tanımaz. Savaş bittiği halde iki aydan fazla direnir. 29 Ocak 1919'da tutuklanıncaya kadar her anı kahramanlıklarla dolu Medine günlerinden bugünlere hediye, kurtarılmasında öncülük ettiği 'Mukaddes Emanetler' ve tarihî eserlerden güncel hayata, sokaktan bir tayyarenin düşmesine, bayramlaşmalardan uçsuz bucaksız hurma bahçelerine kadar onlarca fotoğraf karesi kalır. Bir de Türk askerini en iyi anlatan 'Mehmetçik' kelimesi.. Çünkü Harbiye Nezareti'ne gönderdiği mektuplarda askerlerinden söz ederken 'Mehmetçiklerim' diye yazar.


Medine'de askerlerimizin bayramlaşması.

Sonrasında gelen Mısır'daki Nil Kışlası ve Malta'daki sürgün günlerinde yine fotoğraf makinesi yanındadır. Bu sefer emir eri ile birlikte yetiştirdiği çiçeklerin topraklarını değiştirmektedir. Sürgün hayatı bitip Sakarya Savaşı'nın devam ettiği günlerde Batı Cephesi karargahında Mustafa Kemal Paşa ile buluşur. Bir nefer olarak savaşmak istediğini söyler. Mustafa Kemal Paşa'nın Kabil Sefirliği görevini kabul edip Orta Asya yollarına düştüğünde de makinesiyledir. Bazen kameranın önündedir, bazen arkasında. Hiç fark etmez. Tıpkı vefatından beş yıl önce 1943 Adapazarı depreminde olduğu gibi.


Fahrettin Paşa'nın torunları Zeki Türkkan , Ömer Fahrettin Türkkan, Ahmet Türkkan ile araştırmacı Ömer Faruk Şerifoğlu (sağda), Zaman'da açılan fotoğraf sergisinde.

O örnek hayatıyla destanlar yazmakla kalmamış, bu destanın fotoğrafını da çekmiştir. Bize ise Fahreddin Paşa'nın hatıralarıyla o kadim coğrafyada, özellikle de Medine-i Münevvere'de siyah beyaz yolculuklara çıkmak kalıyor.


Mehmetçik, Babüsselâm'dan Peygamberinin huzuruna giriyor.

SELAHATTİN SEVİ

29 Kasım 2008 Cumartesi

Akşemseddin (kaddesAllahu sırruhul aziz) diyor ki...

Hepimiz için, İstanbul'un mânevi Fatihi, Fatih Sultan Mehmed (kaddesAllahusırrıhul aziz) hazretlerinin hocası Akşemseddîn (kaddesAllahu sırruhulaziz) hazretlerinin nasihatleri.

Akşemseddîn (kaddesAllahu sırruhulaziz) diyor ki:

1- Her işe besmele ile başla...

2- Daima temizliğe dikkat et...

3- Sâlih amel işle...

4- Asla tembel olma...

5- Namazlarını, şartlar ne olursa olsun terk etme...

6- Kaderinin esiri olduğunu unutma...

7- Kâr ve zararını iyi bil...

8- Nimetlere şükür, belâ zannettiklerine sabret.

9- Dünyanın refahına mağrur olma...

10- Kimseye eza ve cefada bulunma...

11- Başkası için kendisini yakıp tüketen mum gibi olma...

12- Asla hased etme...

13- Gıybet etme...

14- Kimsenin arkasından iyi olmayan taraflarını konuşma.

15- Sana yakın olmayana yaklaşayım deme...

16- Zamanını dâima iyi değerlendir...

17- Tüccar gibi verdiğini geri alma...

18- İki kişi arasına girme.

19- Kadınlarla (kadınlar için erkeklerle) beraber olmaktan ve onlarlaçok konuşmaktan sakın... Öyle yapan kimseler yakalarını iftiradankurtaramazlar.

20- Yalan söyleme...

21- Kimseye iftira etme...

22- Evini örümcek yuvasına çevirme. Temiz tut... Misafirlerine ve yakınlarına kapını açık tut.

23- Ananı-babanı ve büyüklerini hep gözet... Onları başkalarına muhtaç etme...

24-Senden yaşlı ve mevkice yüksek olanın önünden yürüme...

25- Şalvarını (pantolonunu) yastık yapıp başının altına koyma...

26- Dişini dişine sürtme...

27- Don, pantolon ve çoraplarını ayakta giyme...

28- Seccade olarak postun beyazını tercih etme...

29- Ekmeği ve helvayı soğuk ye...

30- Büyük bir zata "unutkanlığın sebebi nedir?" diye soruldu. Misvak kullanmamak (dişleri kirli tutmak)tır diye cevap verdi. Ağzını daimatemiz tut...

31- Işığı "Puf" diye üfürerek söndürme.

32- Gece vakti ev süpürme...

33- Gece vakti seni sıkıntıya düşürecek işlerle meşgul olma...

34- Çok uyku yoksulluğa sebeptir.

35- Issız yollarda tek başına yolculuk yapma...

36- Seni rahatsız edecek olan davranışlarda bulunma...

37- Aklına estiği gibi hareket etme...

38- Gecenin tamamını uyku ile geçirme...

39- Seher vakti Kur'ân okumaya çalış...

40- Her zaman hamd ve şükür et...

28 Kasım 2008 Cuma

Sütçü İmam'ın Ölmeyen Ruhu Anısına..

İşgal nasıl olur bilir misiniz?

Veya ne demek?

Meselâ her sene bir şehrin "işgalden kurtuluş"u kutlanır. "Elin gâvuru" gelmiştir; namluyu dayamış, dipçiği vurmuştur. Mukaddesata, namusa musallat olmuştur. Akabinde uyanış, direniş ve peşinden çarpışma başlamıştır. Düşman kovulmuştur! Halk içinde filân yerin, falân ilin kurtuluşu diye Türkiye'de birkaç saatlik tören ve ayaküstü konuşmalarla halka bir "kurtuluş" anlatılır, anlatılır. Bir savaş verilmiştir. Ve verildiği yerde bitmiş, "kurtuluş"a erilmiştir. Artık "kurtuluş" dediğimiz her neyse içini doldurmak size kalmış...

Bugün akıl, şuur ve hafıza için kurtuluş, "tanımlanamayan şey" dir. Kurtuluş Savaşı'nda işgalcinin neler yaptığı resmî tarihte anlatılmaz. Bunun sebebi, işgalciye kin, öfke ve nefret duyulmaması içindir. Dün dedenize neler yaptığını bildiğiniz bir düşmanı bugün "dost" olarak benimser misiniz? Apaçıktır ki bu bir iman davasıdır!




Size, bildiklerinize, hafızanıza, varsa hatıranıza, okuduğunuza, rastladıysanız şahitlere, ve şansınıza! "Kurtuluş"un ne olduğunu bilmenin "şans"a kaldığı bir memlekette yaşıyoruz.

Siz yoksa kim kılıç sallamış, kim kurşun atmış, kim savaşmış, kim ölmüş, kim kalmış "geçmiş olsun" diyenlerden misiniz?
Ne kadar "geçmiş"?
Gerçekten geçmiş mi? Adına "Kurtuluş Savaşı" dediğimiz bir savaştan etkilenmemiş olanımız yoktur.
Ya sonra?..
Geçen nesilleri "kurtulmuş" mu kabul ediyoruz?
Kurtarıcıları gelmiş, onlar da bulmuş mu?
Bulamamışsa gerekeni yapmış mı?
Memleketin aydınları bunu yazmış mı?
Kurtulduysak neden ve kimlerden kurtulduk?
İşgalden ve düşmandan mı?


Birileri bize, "düşman vatanı terk etti, kurtulduk!" dedi. Biz de kurtulduğumuza inandık. İnandıklarımız kurtarıcı, kurtarıcılarımız inandıklarımız mıydı? İnsan inandığına dinini, vatanını, namusunu, değerlerini, şuurunu emanet eder. Mondros Mütarekesi'yle Anadolu'ya uzak bir yerlerde bilmediğimiz, tanımadığımız insanlar, bilmediğimiz tanımadığımız insanlar eliyle, o güne kadar "vatan nöbeti namustur" inanışındaki Mücahid Mehmetçik'imizin "namus" telakkî ettiği silahını, düşmana teslime zorlar. Batı emperyalizmi düzenli ordu Mücahid Mehmetçik'i dize getiremeyeceğini görmüş; karşısındakinin "millet- ordu" olduğunu anlamış, Türklerle (Müslümanlarla) emperyalizmi bitirecek bir savaşa girmektense, başka "unsurlar" üzerinden "daha ucuz" şartları oluşturmayı hedeflemiştir. "Demokratik sömürgeleştirme…" Bu noktada bir "anlaşma zemini" nin varlığına inanmaya hazır "muhataplar" bulmakta zorlanmayan Batı politikacısıyla işbirliğine hazır hainler, Batılı'nın müslüman kanı damlayan elini havada bırakmamıştır. Millete tecavüz edenin, müslüman katledenin, mülkü yağmalayanın elini!.. "Millet-ordu" şuurunun devam etmesine engel tezgâhlardan biri de, işte başta zikrettiğimiz şu "kurtuluş günleri" yalanıdır. "Kurtuluş" fikrinin eyleme dönüştüğü, birer imân ve aksiyon numûnesi halinde yaşadığı 1919 şartlarında dedelerimizin düşmanı açıktı.

Göz, düşmanın ruhunu ve niyetlerini gözlerden okuyabiliyordu. O göz bugün üzerine kalın bir perde çekilmiş, bakar kör olmuş. Evine kadar girmiş düşmanın varlığını hissetmediği gibi, beş duyu organını aynı düşmanın "az gelişmiş" dediği bir statüde, Batı Hayat Tarzı yönünde kullanır olmuştur. Mütareke şartları… 2 Şubat 1919… Antep, Maraş ve Çukurova bölgesi Fransız işgal bölgesi olarak taksim edilir. Çoğunluğu Hintli askerlerden oluşan İngiliz lejyonerleri Maraş'a girer. 29 Ekim 1919'a kadar işgal günleri nasıl geçmiştir, kim ne yapmıştır fazla bir malûmat yok!..

O gün İngiliz işgalcisi, bölgedeki Ermenilerin tezahüratları arasında şehri Fransız işgalcilere devredecektir. Düşman, aralarındaki anlaşma gereği bu defa Musul'umuza girmiştir. 24 saat geçer; 2000 kişilik Fransız lejyoneri Ermeni, Cezayirli ve Fransız askerlerden oluşan işgalci, yine Ermenilerin 'Yaşasın İngilizler!' tezahüratları, Ermeni kadınların taşkın alkışları arasında Maraş sokaklarına sökün ederler.

31 Ekim 1919 Cuma… 3 müslüman kadını gören Fransız, "Burası artık Türk (İslâm!) memleketi değildir. Fransız müstemlekesinde peçe ile gezilmez!" diyerek kadınlarımızın başörtüsüne el uzatır. Sokak çınlarken yakındaki Kel Hacı'nın kahvesinden yetişen namus günü kahramanı Çakmakçı Sait, "Gâvur oğulları! Dokunmayın bacılarıma!" diye kükrer ve Fransız Ermeni Lejyonerlerini tepeler. Sait'i kurşunla durdururlar… Şehit!..

Havadaki barut kokusu dağılmadan aynı sokaktan bu sefer bir Sütçü davranır. Bu, İslâm tarihine Sütçü İmam diye geçen, mahallede imamlık da yapan Sütçü Ali'dir. Demokrasi, özgürlük, insan hakları demez, tetiğe basar ve işgalciyi oracıkta gebertir.

Sütçü İmam, yüreğinde "insanlık yalnız müslümanlıkta vardır" inancı, ardında başka bir leş daha bırakmış ve izini kaybettirmiştir. İz aslında kaybolmamıştır. Bıraktığı iz, tüm şehri direnişe geçirir. Ve Maraş şahlanır. Düşman, demokratik sömürgeleştirmeye direnen şehirde sağa sola ateş eder. Bir şehit daha… Zülfikar Çavuş oğlu Hüseyin!..

Bu sırada Türkleri/ Müslümanları katledip kadınlarını alacakları, camilere çan takacakları duyurulur. Fransızların intikamı, Irak'ta, Bağdat'ta, Bakuba'da, Tıkrit'te, Ramadi'de yaşananın aynıdır:

Sütçü İmam'ın dayısının oğlu Tiyekli oğlu Kadir'in ellerini ve ayaklarını arkasından bağlayarak burun ve kulaklarını kestikten sonra, boğazlayarak şehit ederler. Sütçü İmam Ali, 25 Kasım 1922'de anasından emdiği ak süt gibi Müslüman öldüğünde Ankara, Anadolu'yla arasına kalın bir perde çekmiş "işgal nasıl görünmezleştirilir" ihanetinde ve "düşmanı nasıl dost gösteririz" kaygısındadır.

29 Ekim 1919'da İngiliz işgalci Maraş'tan çekilirken, aynı tarihten 6 ay sonra işbirlikçilerin yüzüne hain denilebilen Meclis'te, çeşitli ayak oyunlarıyla "tasfiye"ler olmuş ve Cumhuriyet'in ilan edildiği tarihe kadar geçen süreçte demokrasi, özgürlük mavalları her tarafı basmış, asıl büyük tehlike iç düşman, açıktan başını göstermeye başlamıştır. Demokratik sömürgeleştirme, 1919'un cemiyet şuuru kademe kademe örselenerek bugüne gelmiştir.

Tek kurşunla remzleşen Sütçü İmam'ın memleketi Anadolu evlatlarının şuuru ne zaman süt gibi berraklaşacak?

İşgalcinin ve içerideki işbirlikçilerinin arzusuna göre bir tarihle nesiller yetişmiştir. Tarihimizin ancak Sütçü İmam gibi nice 1919 mücahidlerinin mânâsıyla mânâlanacağını, gerçeğin ancak vatanın dört bir yanını sarmış NATO işgal-terör üslerine taarruzla, yani İslâm aksiyonuyla göze geleceğini, "millet-ordu"nun ancak o gün var olacağını ne zaman anlayacağız?

Anladığımız anda, sütünü kokmadan, kesmeden, vakit kaybetmeden sattığı gibi, düşmana da ânsızın haddini bildiren Sütçü İmam Türklüğünü/müslümanlığını gösterecek miyiz?

Vefatının 86. yıldönümü vesilesiyle Sütçü İmam Ali'ye selam ve Rahmet....

İSLAMCI MİLİSLER KEŞMİR İÇİN HİNDİSTANI YAKTI!

Musalli tarafından Google Reader ile size gönderildi:

27.11.2008 tarihinde ANADOLU HABER GÜNLÜĞÜ üzerinden, yazan: yazan noreply@blogger.com (HABERCİ)


Hindistan'ın Mumbai kentide silahlı İslamcı militanların düzenlediği saldırılarda 2 lüks otel, restorant ve tren istasyonun da bulunduğu 9 ayrı yeri hedef alındı.

Hind polisiyle militanlar arasındaki çatışmalarının hala devam ettiği belirtiliyor. Saldırı ve çatışmalarda şimdiye kadar 80 kişi öldü, 250 kişi yaralandı. İlk saldırı Batılı turistlere Mumbai kentindeki lüks otellere düzenlenen saldırıda hedef Batılı turistler oldu.

Hedef alınan 2 lüks otelde saldırıların ardından yangın çıktı.

Saldırganların, hedef alınan otellerden biri olan Taj Mahal'de bazı yabancıları rehin tuttuğu ileri sürülüyor.

ABD ve İngiliz pasaportu olanlar hedefte Görgü tanıkları otellere makineli tüfeklerle saldırı düzenleyen kişilerin, pasaport kontrolü yaptıklarını, ABD ve İngiltere pasaportlu kişileri rehin almaya başladıklarını söylüyorlar.

Hindistan'daki gerilim Keşmir'in bğımsızlığı için yapılan gösterilerde had safya ulaşmış, İslamcı örgütler, Hind yönetimini gösterileri bastırırken kullandığını iddia ettikleri aşırı gücün hesabını sormakla tehdit etmişlerdi.

YAHUDİ MERKEZİNE DE SALDIRDILAR...
Hindistan'ın Mumbai kentinde silahlı kişilerin bastığı Yahudi yardım kuruluşunda biri İsrailli hamam, en az 3 rehinenin olduğu bildirildi.
Güvenlik yetkilileri, baskın sırasında saldırganlardan birinin öldürüldüğünü kaydederek, bir kadın ve bir çocuğun serbest bırakıldığını söyledi. Yetkili, binada en az 4 silahlı kişi bulunduğunu belirtti.
İsrail kurtarma servisi Zaka ise, Haham Gabriel Hertzberg'in eşi Rivka'nın iki yaşındaki çocuğu ile birlikte serbest bırakıldığını açıkladı.


Tac Mahal Oteli
Taj Mahal oteli Mumbai(Bombay)'ın en lüks oteli olarak biliniyor

Hindistan'ın Bombay Kentinde bir grup İslamcı militan tarafından başlatılan ve halen devam eden eylemler hakkındaki haberler netlik kazanmaya başladı.

- Gece 17:40 sularında ilk önce bir grup militan Taj Mahal Otelinin lobisini kalaşnikof silahlarla bastı. - Pasaport kontrolü yapılarak, ABD, İngiltere ve İsrail vatandaşları rehin alınmaya başlandı.



- Aynı saatlerde bir diğer grup militan, Nariman House'ta bulunan sayıları henüz bilinmeyen İsrailli bir grubu rehin aldı.

- Cama Hastanesine baskın düzenleyen diğer bir grup, yaralı olarak buraya getirilen Hindistan Terörle Mücadele Birim Şefi Karkare'yi öldürdü.

- Nancivan caddesindeki İsrailli bir kuruluş olan Chabad (Şabat) House bir başka grup tarafından basıldı. Çıkan çatışmada 3 İsrailli öldürüldü.

- Chhatrapati Shivaji metro istasyonunda militanlarla Hind polisi arasında çatışma çıktı. 30 kişi yaralandı.


- Bir grup militan daha çok Batılıların gittiği Cafe Leopold'a Otellerle eş zamanlı baskın gerçekleştirdi. - Oberoi Hilton Oteli, Taj Mahal Otelle aynı zamanda baskına uğradı. İngiliz ve ABD vatandaşlarının önemli bir kısmı burada rehin tutuluyor.
- Taj Mahal'in yayında bulunan Raj Otel bir başka grup tarafından kuşatıldı.

Burada da Batılılar rehin alındı.

- Televizyondan çağrıda bulunan İslamcı militanlar, "Biz tüm mücahidleri Keşmir'i kuratmak için bizimle birlikte direnmeye davet ediyoruz" dedi.

Ayrıca Hindistan yönetimini de uyaran militan, "Keşmirli Mücahidleri serbest bırakın, elinizi Keşmir'den çekin" dedi.

















Buradan şunları yapabilirsiniz:

26 Kasım 2008 Çarşamba

Newyork'da Karizmatik Bir İmam

Sirah Wahhaj-Mescid el-Takva İmamı
Son yıllarda Müslümanların pek çok sorunla karşı karşıya kaldıkları Amerika'da yakın döneme kadar siyah ırka mensup kimselerin çeşitli ayrımcılığa maruz bırakıldıkları çoğumuzun malumudur.

26/11/2008

Yeni Dünya'nın bu eski "öteki"leri bugün geçmişe göre daha rahat olsalar da toplumsal travmaların izleri hala belleklerde tazeliğini koruyor. 11 Eylül ile birlikte adeta Amerika'nın yeni "ötekil"eri haline getirilmek istenen Müslümanlara yönelik psikolojik baskı alanları siyahlara karşı oluşturulanlardan -misyonları itibariyle- çok da farklı değiller.

Bu gerilimli ortamda ayrımcılığın odak noktası kimi zaman renk, kimi zaman da din olarak karşımıza çıkmakta. Siyah Müslümanlar ise böylesine bir arka plana sahip sosyal şartlarda her iki yönden baskıların merkezinde yer almış oluyorlar.

Yeni Dünya'nın siyah Müslüman önderlerinden İmam Sirah Wahhaj'la konu hakkındaki sorularımıza cevap almak üzere Mescidel- Takva'da konuştuk. İmam Wahhaj'ın sorularımızı yanıtladığı dönemde ise (Ağustos 2008) Amerikan Başkanlık Seçimleri henüz gerçekleşmemişti.

Hıristiyan Pazar Okulu öğretmeniyken 1960'lı yıllarda İslam'ı seçen Wahhaj, 1991 yılında A.B.D Temsilciler Meclisinde ilk kez namaz kıldırarak tarihteki yerini almıştı.

Sirah Wahhaj Kimdir?


Yakın geçmişe kadar, göçmenlere karşı daha fazla saldırı oluyordu; bilhassa Araplara ve Pakistanlılara karşı. Bu ilginç, çünkü Afrika kökenli Amerikalılar sivil haklar mücadelesi nedeniyle yıllar geçtikçe bu ülkede büyük oranda kabul görmüşlerdir. Bu nedenle, Müslümanlığı seçmeleri halk kitleleri için büyük bir sorun olmamıştır.


-Siyah Müslümanlara karşı Amerika'da önyargı var mı?

Aslında, trajikomik olan şu ki siyah Müslümanlara karşı yapılan ayrımcılık o kadar da fazla değil. İçinde bulunduğunuz zamanın tabiatını anlamak zorundasınız. Müslümanlara karşı ayrımcılık var, sorun bu ve bunun siyah olmamızla bir alakası yok. Geçmişte başka bir sorun daha mevcuttu: Siyah mücadele, yani bu ülkede Martin Luther King Jr. ve Malcolm X gibi kişilerin başını çektiği sivil haklar hareketi. Bu bir problemdi ve ama şimdi elhamdülillah Amerika Birleşik Devletleri Başkan adayı olan siyah bir adam var. Yani Amerika'nın bazı bölümlerinde hala süregelen bazı ırkçılık olayları mevcut, fakat bu durum büyük oranda değişti. Bu ülkede Colin Powell, Condelliza Rice ve diğer Afrika kökenli Amerikalılar gibi yüksek pozisyonlara gelen insanlar oldu. Öyleyse sorun şu anda İslam ve Müslümanlara ve göçmenlere karşı duyulan bir çeşit korkudur. Yakın geçmişe kadar, göçmenlere karşı daha fazla saldırı oluyordu; bilhassa Araplara ve Pakistanlılara karşı. Bu ilginç, çünkü Afrika kökenli Amerikalılar sivil haklar mücadelesi nedeniyle yıllar geçtikçe bu ülkede büyük oranda kabul görmüşlerdir. Bu nedenle, Müslümanlığı seçmeleri halk kitleleri için büyük bir sorun olmamıştır. Birçok insan gibi, bizim ailemizde de gayr-i Müslimler bulunmakta. Örnek vereyim; kızım Nafisa, Clara Muhammad adında bir Müslüman okulundan mezun oldu. Mezuniyetine katılanların yarısı Müslümanlar diğer yarısı ise gayr-i Müslimlerdi.

Yani Müslümanlığı seçen Afrika kökenli Amerikalılar bu toplumda büyük bir olay değil ve insanlar bunu böyle kabul ettiler, ama Hükümet... Halk kitleleri sorun değil, ama Hükümet Müslümanlara, tüm Müslümanlara, daha az olmakla beraber siyah Müslümanlara karşı bir korku atmosferi yarattı. Bu nedenle, kişisel olarak ben olayı siyah Müslümanlara karşı daha fazla ön yargı olduğu şeklinde görmüyorum.

Yerel bir bölgeye gittiğinizde, bölgesel hükümetle ilişkimiz çok iyi. Yerel polis departmanı ile ilişkilerimiz çok iyi. Yerel politikacılarla ilişkilerimiz çok iyi. Ulusal seviyede ise İslam karşıtı duyguların mevcut olduğu görülüyor. Ama bunu çok geçici bir durum olarak görüyorum. Her etnik yapı bunu yaşadı, Yahudiler, Latinler, İrlandalılar, Japonlar... Şimdi sıra Müslümanlarda. Bu geçecek, bir gün bu sona erecek.

- Peki bununla mücadele etmenin en iyi yolu ne?

Bununla mücadele etmenin en iyi yolu, sizin de söylediğiniz üzere, her zaman buna tepki göstermek değil, orada olmak, topluluk içinde bulunmak, toplumumuzun ve cemaatimizin daha iyiye gitmesi için olaya dahil olmaktır. Örnek vermek gerekirse, 1987 senesinde, bu bölgede bir uyuşturucu karşıtı kampanya yürütmüştük. Bu bölgeye ilk yöneldiğimizde, mescidin çevresindeki blokta birçok uyuşturucu evi bulunuyordu. Allah biz Müslümanlara yardımcı oldu ve biz bu evleri kapattırdık. O günden beri, bu bölge gelişti ve buradaki Müslümanların gayretleriyle ilerleme kaydetti. Bunu herkes biliyor. Dünyadaki tüm gazetelerin ilk sayfalarına haber oldu bu. Ülkenizin medya temsilcileri bile buradaydı ve bunu gündemlerine aldılar. New York Times Gazetesi ilk sayfasında Müslümanların uyuşturucu evlerinden 15 tanesini kapattığını yazıyordu. Şu an bu bölgede gezinirseniz, bir bloktan diğerine gidene kadar kırkın üzerinde Müslüman işletme göreceksiniz. Buraya ilk geldiğimde, bir tane bile yoktu. Peki, bunlar nasıl mı oldu? İlk önce mescidi kurduk, sonra Müslümanlar gelmeye başladı, mülk edindiler; iş yapmaya başladılar bir baktık ki her şey büyüdü ve genişledi. 1981 senesinde bu işe başladık ve hepsi Afrika kökenli Amerikalı olan 25 kadar Müslüman vardı. Şimdi, bir Cuma günü ortalama 1300 kişi dolayında insan geliyor. 29-30 farklı etnik yapı ve ulustan insan saydık. Böylece, beyaz Avrupa kökenliler, Afrika kökenliler, Asyalılar, Mısırlılar, tüm bu insanlar düzenli olarak geliyorlar buraya. %25 oranında Afrika kökenli Amerikalılarla başladık bu işe, şimdi Afrika kökenliler %30'dan daha az bir kısmı oluşturuyorlar. Bu yüzden ben siyah bir imam olsam da cemaate bakacak olursanız, karma bir yapı gözüküyor. İspanyol ve diğer etnisitelerden insanlar mevcut. Asyalılar da var.


İlk önce mescidi kurduk, sonra Müslümanlar gelmeye başladı, mülk edindiler; iş yapmaya başladılar bir baktık ki her şey büyüdü ve genişledi.

-Göçmenler ve Afrika kökenli Amerikalı Müslümanlar arasındaki ayrılık düzeliyor mu?

Tabii ki düzeliyor. Çünkü kilit şeylerden birincisi problemin varlığını kabul etmek. Hz. Muhammed (sav) Mekke'den Medine'ye göç ettiğinde, bilgeliğiyle. Muhacir ve Ensar arasında kardeşlik bağı oluşturmuş ve onları bir araya getirip şöyle demişti: "Sen Abdurrahman bin Avf, sen Saad bin Rebia ile kardeş olacaksın, sen de onunla." Muhacir ve Ensar'dan birer kişiyi bir araya koymuştu. O (sav) ne yaptığını çok iyi biliyordu. Hz. Muhammed (sav)'in bunu yapması bizim birbirimizi tanımamıza olanak sağladı. Allah Kuran'da şöyle buyurur: "Sizi uluslara, kabilelere ayırdım; birbirinizi tanıyasınız diye." Biz birbirimizi iyi tanımıyoruz, birbirimizi bilmiyoruz, birbirimizin haklarını da bilmiyoruz, değil mi? Peki biz Afrika kökenli Amerikalıların göçmenlerle oturmasını sağlayınca, beraber yemek yemelerine ve olayları tartışmalarına izin verince ne olur ki! Her etnik yapı kendi içine kapanıyor. Ama bu çabalarımızı sayesinde şimdi insanlar bir araya geliyorlar. Bazılarımız için hiç sorun yok. Bazıları içinse, belli başlı sorunlar olabilir, ama burada Long Island'daki mescitlerle ve bazı göçmen mescitleriyle işbirliğimiz var.

-Sizce çoğunluğu gayr-i müslim olan bir topluluk içinde, bu insanlara peygamberleri nasıl anlatmalıyız?

-Aynen diğer bütün peygamberlere inanan Müslümanlara diğer peygamberleri açıkladığımız şekilde; Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. İbrahim'e inandığınız şekilde biz de bunun bir parçası olarak Hz. Muhammed (sav)'e inanıyoruz. Onların hepsi aynı kaynaktan geliyor; aynı Tek Tanrı'dan geliyor.- İşte böyle açıklıyoruz.. Bana göre en önemlisi O'nun bir elçi olduğunu; Allah'ın Elçisi olduğunu anlatmalıyız.

Teksas'ta üniversitedeydim ve onların Kutsal Cuma dedikleri tarihteydi... Bir ders veriyordum; konferans salonu tamamen doluydu. Konu 'İslami açıdan Hz. İsa' idi. Harika bir olaydı. Oradaki profesörlerden biri şöyle dedi, 'İmam, bütün okul bu derse katılmalıydı.' Benim için Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed (sav) hakkında konuşmak kolay; hem de çok kolay. Bu, sorunlarımızın en basitiydi. İnsanlar bu şahsiyeti öğrenmeliler ve bir gün onu tanıyıp sevmeliler. Londra'da ilginç olan bir şey var; onlarda en popüler ve ikinci en popüler ismin Muhammed olduğunu biliyor musunuz? Ancak, bu durum sadece Müslümanların değil de diğer kişilerin çocuklarına Muhammed ismini vermesi sonucu gerçekleşseydi, bu benim için daha fazla bir önem teşkil ederdi. Yani, bütün bunlar büyük bir Müslüman cemaatin ortaya çıktığını gösteriyor ve bu kişiler çocuklarına Muhammed adını veriyor. Bana göre bunda büyütülecek bir şey yok. Esas önemli olan gayr-ı müslimlerin çocuklarına Muhammed ismini vermeye başlamaları. İşte esas önemli olan husus budur.

1950'li yıllardan 1980'lere ve 1990'lara kadar olan dönemi düşünüyorum da; Amerika'daki en popüler kadın isminin ne olduğunu biliyor musunuz? Bu konuda herhangi bir fikriniz var mı? Mary... Hz. İsa'nın annesi Hz. Meryem'in anısına insanlar bu ismi koyuyorlar. Bu durum yıllar geçtikçe değişti. Yani yapmak istediğimiz şey ve benim çağrımın bir parçası olan şey, bu insanlara Hz. Muhammed (sav)'i tanıtmak ve onun ne kadar harika bir insan olduğunu onlara anlatmaktır.

-Gayr-ı müslimlere Peygamber'i anlatmanın sorunlardan en basiti olduğunu söylediniz. Bu bağlamda karşınızdaki daha büyük sorun nedir?

Bütün düşünce... Eğer dün gece Michelle ve Obama'yı dinlediyseniz, dinlediniz mi? Obama'nın ne yazık ki yapması gereken şey Amerikalı olduğunu kanıtlamak. O ve onun gibiler vatansever olduklarını ve ülkelerini sevdiklerini kanıtlamak zorunda. O, bu durumun kendileri üzerinde diğer adayların yaşamadığı bir baskı oluşturduğunu ifade ediyor. McCain ya da diğer adaylar Amerikalı olduklarını kanıtlamak zorunda değiller; Amerika'yı sevdiklerini kanıtlamak zorunda değiller. Fakat Michelle ve Barack Obama bunu defalarca kanıtlamak zorundalar. Aynen Müslümanların toplum içerisinde öteki olarak, dışlanmış olarak, bu ülkeyi el altından çökertmeye çalışan beşinci koloni olarak hor görülmesi gibi. Bizler bu ülkeyi sevdiğimizi ve buranın bizim ülkemiz olduğunu kanıtlamaya devam etmek zorundayız. Yani, bilirsiniz; terörist olmadığımızı kanıtlamak zorundayız. Hz. Muhammed (sav)'i anlatmak benim için kolay bir şey. Fakat bildiğiniz gibi diğer şeyler zor.

Videonun linki: http://www.sonpeygamber.info/tr/content/view/1948/1/lang,tr/

25 Kasım 2008 Salı

YİNE BİR ÖĞRETMENLER GÜNÜ

Değerli öğretmenlerimiz bizlerle ilgili genel bir değerlendirme yapmak istiyorum. Tarihi perspektif içinde Osmanlı eğitim sistemine baktığımızda müderrislerin (öğretmenler) pek maddi durumlarla ilgilenmediklerini görüyoruz. İşlerini layıkıyla yapmaya çalışıyorlardı. Neydi kendi işleri? Öğrenci yetiştirmek. Maddiyatı aramazlardı. Bunu söylerken para ve mal önemli değil demiyorum. İnsanlar hayatlarını devam ettirmek için mutlaka paraya ihtiyaçları vardır. Hele günümüz dünyasında para ve mal çok gerekli.

Ancak biz öğretmenler alacağımız maaşı düşünürken asli görevimizi unutmuşuz gibi geliyor bana.Bazı öğretmenlerimiz var,bu kadar maaşa bu kadar iş deyip en kolay savunmayı yapıyorlar kendilerince.Ama öğretmenlerin aldığı maaşı bulamayanlar var toplumda çoğu öğretmen mesleğini eline almak için türlü zorluklara katlamışlardır.Üniversite hayatında bazı günler aç yatan arkadaşlarımız olmuştur.İşte bizim bu zorlukları unutmamamız gerekir.Biz çoğu zaman unutuyoruz,öğretmenlik mesleğinin kutsal olduğunu,bir insan yetiştirmenin ne kadar önemli olduğunu…Hani yetiştirdiğimiz bir öğrencimiz yıllar sonra karşımıza çıkıp ta; hocam ben 317 Şeref şu anda mühendisim,kaymakamım,doktorum değdiğinde ne kadar mutlu olduğumuzun farkında mıyız.Biz öğretmenlerin en büyük gurur kaynağımız yetiştirdiğimiz öğrencilerimizdir.Onları topluma kazandırdığımızı görünce sanki dünyalar bizim olur.Ama maddiyat da önemlidir.Para olmandan karın doymaz derler atalarımız.

Bir de devlet büyüklerimiz vardır,her 24 kasımda öğretmenlerin özlük haklarından tutunda sosyal durumlarına kadar her yıl iyileştirme yapacaklarını söylerler .Biz öğretmenler de yalanda olsa inanmış gibi yaparız ve o vaatleri beklemeye başlarız ta ki öbür 24 kasıma kadar.O zaman filmin diğer yarısı başlar ek ders ücretlerinde iyileştirme yapacağız,hemen çıkıyor,imzada derler ve film her yıl böylece sürüp gider.Halbuki bize deseler ki sevgili öğretmenlerimiz sizler bizim baş tacımızsınız ama devletimizin imkanları bu kadar, size yapabileceklerimiz bu kadar deseler, biz öğretmenler hemen aldanırız ve kabulleniriz.ama ne hikmetse her yıl aynı senaryo yıllardan beri tekerrür ediyor.

Ziya KOCAKAPLAN

24 Kasım 2008 Pazartesi

Meal Nasıl Okunmalı

MEAL OKUMA REHBERİ

KUR'AN-I KERİM NEDİR?

Kur'an; yüce Allah'ın, Muhammed aleyhisselam aracılığıyla bütün insanlığa öğüt olarak gönderdiği son kutsal kitaptır. Dili arapçadır. 114 sureden, 6236 ayetten (akılda kolay kalsın diye yaklaşık 6666'da denir) ve 606 sayfadan oluşur. M.S. 610 yılında indirilmeye başlanmış ve 23 yılda tamamlanmıştır. Peygamberlerin peygamberliklerini kanıtlayan mucizeleri vardır. Diğer peygamberler kendi kavimlerine gönderildikleri için mucizeleri kendi hayatlarıyla sınırlı kalmıştır. Onların mucizeleri günümüze kadar gelmemiş sadece bilgi olarak bize aktarılmıştır. Çünkü onlar kendi zamanlarının peygamberiydiler. Fakat Peygamberimiz son peygamberdir ve peygamberliği kıyamete kadar geçerlidir. Dolayısıyla onun mucizesi de (peygamberliğinin kanıtı) kıyamete kadar ulaşmalıdır ki herkes aklıyla ona inanabilsin. İşte Kur'an-ı Kerim Peygamberimizin en büyük mucizesidir. Ve elimizin altındadır. Her yönüyle mucizedir. Çok az bir araştırma yapan insan ondaki dilsel (anlatım yönüyle), matematiksel, bilimsel, tarihsel binlerce mucizeyi çabucak görecektir. İşte bu, Muhammed aleyhisselama verilen en kesin ve tartışmasız olan bir mucizedir. Ve herkes bunu inceleyip aklıyla anlayabilir. Okuma yazma bilmeyen bir insanın (Muhammed aleyhisselamın) böylesi çağlar üstü bir kitabı yazması elbette kimsenin aklının ucundan bile geçmez. Bu kitabın, her şeyi bilen Allah teala'nın sözü olduğunu kabul etmeye akıl ve bilim mecbur kalır. Kur'an-ı Kerim'in orijinali mucizedir. Mealleri onun mucizeliğini yansıtamaz. İşte biz Müslümanların birinci ve en önemli görevimiz, yüce Allah'ın bize bir mektubu olan bu kitabı anlamaya çalışmamızdır. Elinizdeki çalışma, bu gayeye hizmet etmek için hazırlanmıştır.

Meal: Kur'an-ı Kerim'in orijinal dili olan Arapçadan başka dillere yapılan tercüme çalışmalarına meal denir. Mealler Kuran'ın orijinalinin yerini asla tutmaz. Çünkü mealde, tercüman kendi bilgi birikimine göre Allah'ın sözünden anladıklarını aktarır. Kur'an'ın kelimeleri her şeyi bilen yüce yaratıcı tarafından dizilmiştir. İçinde edebi, tarihi, ilmi pek çok mucizeler vardır. Bu konuda küçük bir araştırma yapanlar bu mucizelerin yüzlercesiyle karşılaşacaklardır. Kur'an'ın bu mükemmel kelime dizilişi meallerde kurulamaz. Meal ancak onun yüzeysel ve kısaca anlamını bize aktarır. Bunun dışında akla, ruha, kalbe, hayale, göze, kulağa hitap eden özelliklerini ve inceliklerini bize yansıtamaz. Bunun için mealler, Kur'an'ın orijinaliyle asla bir tutulamaz. Kur'anı her yönüyle başka bir dile çevirebilmek için Allah'ın ilmi lazımdır. Meale Kur'an denmez. Bunun için namazlarda meal okunamaz. Ancak namaz surelerinin anlamlarını meallerden öğrenmeliyiz.

Meal okurken nelere dikkat edilmeli:

1. Kur'an'ı başka bir dile çeviren kişi kendi bilgi birikimi, anlayış kabiliyeti, kültürel seviyesi, pozitif bilimler ve tarih bilimine hakimiyeti, insan psikolojisi konusundaki bildikleri, toplum bilimi (sosyoloji) hakkındaki malumatı, kendi dilini konuşma ve yazma becerisi, mantık ve diyalektik konularındaki seviyesi oranında meal yazar. Bu ve buna benzer konularda kişi ne kadar iyiyse yazdığı meal o kadar güzel olur. Kişinin eksikliği oranında yaptığı mealde eksik ve kusurlu olur. Bunun için okuduğunuz meallerde bazı mantık hataları, dilbilgisi yanlışları, anlatım bozuklukları, bozuk ve tuhaf cümleler olabilir. Bu hatalar Kur'an'a değil, çevirene aittir. Buna çok dikkat edilmelidir. Bu eksikliğin bir nebze giderilebilmesi için çeşitli mealler okunmalıdır.

2. Arapça gerek kelime sayısı olarak, gerek anlam çeşitliliği açısından, gerek deyim ve atasözü bakımından, gerekse seciye-mecaz-uyak yönünden oldukça zengin bir dildir. Böylesine esnek, derin ve şiirsel bir dilden başka dillere çeviri yapmak elbette çok zordur.

3. Ülkemizde meal çalışmaları yakın geçmişte başladığı için oldukça acemicedir. Çoğu mealler birbirinin taklididir. Elimizdeki meallerde çeviri eksiklikleri çoktur. Bazı Arapça deyimlere kelime anlamları verildiği için anlam daralması, anlam kaybı veya anlam bozulmaları olabilmektedir. Bilindiği gibi deyim ve atasözlerinin anlam bütünlükleri vardır ve sadece kendi dil mantığı içinde değerlendirilmelidir. Başka dillere kelime kelime çevrilirse anlam kaybına uğrarlar. Örneğin dilimizdeki "mırın kırın etmek" deyimini başka bir dile kelimesi kelimesine çevirmemiz mümkün değildir. Ancak en yakın anlamıyla kabaca bir çevirisini yapabiliriz. Bu çeviriyi okuyan insanlar asla bizim "mırın kırın etmek" deyiminden anladığımızı anlamayacaklardır. Çünkü her dil kendi mantığı içinde anlaşılır. Birkaç da atasözü örneği verelim; "Adı çıkmış dokuza inmez sekize, Parayı veren düdüğü çalar, Herkes gider Mersin'e biz gideriz tersine" Bunun örnekleri çoktur ve hiçbiri diğer dillere anlam kaybına uğramadan çevrilemez. Atasözü ve deyim çevirisi çok zordur. Kelimesi kelimesine yapılırsa çok yanlış anlamalar olur. Bazen Kur'an meali okurken anlamsız ve gereksiz gibi görünen bir cümle ile karşılaşırsanız bu, eksik veya hatalı çeviriden kaynaklanmaktadır. İşte bu konu, Kur'an meallerinde en çok karşılaşılan eksikliklerdendir.

4. Kur'an ayetleri sistematik bir sırayla değil iç içe ve dağınık olarak dizilmiştir. Yüce Allah, ayetleri konu başlıkları altında toplamamıştır. Bunun pek çok faydalı sebebi vardır. Bir iki tanesini şöyle sıralayabiliriz: a- Kur'an bir ansiklopedi değil, bir hayat kitabıdır. Aynen hayat ve tabiat gibi doğaldır. Biz hayatta acıyı-tatlıyı, sevgiyi-kini, korkuyu-cesareti, sevinci-hüznü, umudu-hasreti-mutluluğu nasıl iç içe ve karmaşık yaşıyorsak, tabiat; dağı, ırmağı, insanı, hayvanı, ormanı ve madenleriyle iç içe ve karmaşık olarak nasıl çok güzelse, Kur'an da farklı farklı konuları mükemmel bir ahenk ve denge içinde en güzel bir biçimde bize sunmuştur. Çünkü tabiatı yaratan da, hayatı bahş eden de, insanı yaratan da, Kur'an'ı gönderen de yüce Allah'tır. b- Bir oturuşta kimse Kur'an'ı baştan sona kadar okuyamaz. İşte yüce Allah bize Kur'an'ın her sayfasında ayetlerden bir buket sunmakta ve hayatın her alanıyla ilgili öğütler vermektedir. Bir iki sayfa Kur'an okuyan kişi adeta Kur'an'ın bir özetiyle karşılaşır. Bu yöntem zihni sürekli hareketli tutar, insanı sıkmaz. İnsan, zihniyle kah ahirete, kah peygamberimiz zamanındaki diyaloglara, kah eski peygamberler zamanına, kah cennete, kah cehenneme gider gelir. Her gittiği yerden çok önemli öğüt ve ibretlerle döner. Bu konuda yüce yaratıcı şöyle buyurur: "Andolsun, biz öğüt alıp-düşünsünler diye, sözü birbiri ardınca dizip-indirdik" (Kasas Suresi, 51) Kur'an'daki bu iç içelik rast gele bir dağınıklık değil, anlamlı, ahenkli ve mükemmel bir anlam örüntüsü içinde bir diziliştir.

5. Peygamberimiz 23 yıllık peygamberlik görevi yapmıştır. Bunun 13 yılı Mekke'de 10 yılı da Medine'de geçmiştir. Kur'an'ı Kerim bu 23 yıllık süre zarfında indirilmiştir. Mekke döneminde indirilen sureler genellikle inançla ilgili konulardan, yüce Allah'ın sıfatlarından (nitelik ve özelliklerinden), ahiretten, ahlak ilkelerinden, tevhit ve şirkten, eski milletlerin kıssalarından bahseder. Medine döneminde indirilen sureler ise genellikle ibadetlerden ve toplumsal kurallardan bahseder. Namaz dışındaki bütün ibadetler Medine'de emredilmiştir.

6. Kur'an'ı daha iyi anlayabilmek için o dönemin siyasi ve sosyal yapısını bilmek yararlıdır. Ayetlerin iniş sebebinin bilinmesi anlaşılmasına büyük katkılar sağlar. Ayrıca ayetler, öncesi ve sonrasıyla irtibatlı olarak okunmalıdır. Yapısal bütünlüğü içinde okunmayan ayetlerin anlamsal bütünlüğü de kaybolur. Bu konularda ayrıntılı bilgiler tefsirlerden öğrenilebilir. Tefsir; din konusunda bilgili kişiler tarafından ayetlerin yorumlanması ve açıklanmasıdır. Kutsal olan sadece Kur'an'ın orijinalidir. Hiçbir meal veya tefsir kutsal ve hatasız değildir. Çünkü insan ürünüdür. Hepsinin sınırlılığı veya eksikliği vardır. Hiç birisi Kur'an'ın yegane (eksiksiz ve biricik) yorumu olamaz. Çünkü Kur'an'ın yegane yorumu ancak yüce Allah'ın bilgisiyle yapılabilir. Kur'an bilimsel ve evrenseldir. Yorumlar ise kişiseldir. Bilimsel olmayabilir. Günümüzde dilimize çevrilmiş pek çok tefsir vardır. Bunları, yukarıdaki bilgileri göz önünde bulundurarak okuyabiliriz.

7. Kur'an-ı Kerimin bazı ayetleri, okuyan herkes tarafından anlaşılabilecek şekilde apaçıktır. Bazı ayetlerini ise, herkes ilk okumada anlayamayabilir. Böyle ayetleri anlamak ve yorumlamak için ise ciddi bir çalışma gerekir. Kur'an meali okumaya yeni başlayan kişi bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Acele hükümler (kararlar, yargılar) vermemelidir. Bu konuda uzmanlaşmış kişilerin kitaplarından veya açıklamalarından yararlanmalıdır. Kur'an'ın bir yerinde bir ayet görünce acele edip peşin hüküm vermemelidir. Sabırlı olmalı, çalışmaya ve okumaya devam etmelidir. Yukarıda da açıklandığı gibi Kur'an'da ayetler konu konu toplanmamış, aynı konuyu çeşitli yönleriyle açıklayan ayetler değişik yerlere serpiştirilmiştir. Bu ayetleri zihinde birleştirip bir yargıya varmak (hüküm vermek, bir konuda kesin konuşmak) herkesin yapabileceği bir iş değildir. Bunu ancak bu konularda uzmanlaşıp ustalaşmış kişiler yapabilir. O halde biz yüce Kur'an'ın mealini hükümler çıkarmak için değil, ayetlerden öğütler almak için okumalıyız. Zaten ikinci üçüncü okumalarımızda bu konuyu daha iyi kavrayacağız.

KUR'AN-I KERİM'İ NİÇİN VE NASIL OKUMALIYIZ?

Günümüzde Kur'an-ı Kerim halkımızın en çok okuduğu, ama en az anladığı bir kitap durumundadır. Müslüman Türk toplumunda neredeyse evinde Kur'an bulunmayan kimse kalmamasına rağmen, Kur'an'ı anlayarak okuyanların oranı oldukça düşük düzeydedir.

1. Kur'an-ı Kerim Niçin İndirildi?
-----"Bu (Kur'an), âyetlerini düşünsünler, akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır ve bereketi bol bir kitaptır." (Sâd- 29)
-----"Gerçekten bu Kur'an, kendisine sıkıca tutunanları doğru yola iletir. Büyük ödülün de (cennetin) iyi iş ve davranışlarda bulunan müminler için olduğunu kesin olarak müjdeler." (İsrâ suresi 9)
-----Peygamberimiz de vefatına yakın bir zamanda yaptığı veda konuşmasında; "Ben size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkıca sarıldığınız müddetçe doğruluktan ayrılmazsınız. Onlar Allah'ın sözü Kur'an ve benim sünnetimdir" buyurarak, Müslümanların dikkatlerini, Kur'an'ı anlayarak yaşamaya yöneltmiştir. (Sünnet; Kur'an'ın peygamberimiz tarafından hayata geçirilmiş pratik şekline denir.)
O halde Kur'an-ı Kerim'i, bir rehber ve kılavuz kitap olarak tanımlayabiliriz. Yüce Allah'ın yarattığı insanı, ondan başka kim daha iyi tanıyabilir? İnsanı gerçek mutluluğa nelerin ulaştırdığını, insanın düşmanlarının kimler olduğunu, insanın zayıf noktalarının neler olduğunu yüce yaratıcıdan daha iyi kim bilebilir? İnsan için temel kuralları, insanın sahibinden başka kim koyabilir? İşte Kur'an, insana en güzel ve en uygun hayatı yaşatacak olan rehber kitaptır.Evreni yaratan, insanı yaratan ve Kuran'ı gönderen yüce Allah olduğuna
göre bu üçü arasında çok sıkı bir ilişki olmalıdır. Ve bu üçü arasında şimdiye kadar bir çelişki ve uyumsuzluk bulunamamıştır, bulunamaz da…

2. Kur'an-I KERİM Günümüzde Hangi AmaçlaRLA Okunmaktadır?
Yaptığımız gözlemler, günümüzde Kur'an-ı Kerim'in müslümanlar tarafından genellikle şu amaçlarla okunduğunu ortaya koymaktadır.


a. Büyü-fal bakmak veya nazardan korunmak:
Kur'an'ın bu niyetlerle okunması, toplumumuzda maalesef yaygındır. Büyü yada fal bakmak için Kur'an okumak veya bazı âyetler yazmak, onun gönderiliş amacıyla asla bağdaşmaz. Bu durum, Kur'an'a yapılacak en büyük bir haksızlık ve saygısızlıktır.

b. Şifa niyetiyle hastaya okumak:
İslâm'ın hasta olanlar için önerisi, doktora gitmek, ilaç kullanmak ve şifa vermesi için Allah'a duâ etmektir. Kur'andan bazı âyetlerin tıbbın çaresiz kaldığı hastalıklar için okunması, kişiye psikolojik bir rahatlama sağlayabilir. (Bu da bir çeşit tedavidir ve şifa verir) Ama aşırıya gidilerek Kur'an âyetlerinin muska şeklinde farklı biçimlerde yazılması ve Kur'an'ın gönderiliş amacının dışına çıkılarak yanlış niyetlere âlet edilmesi asla uygun değildir.

c. Ölülerin ruhlarını şad etmek:
Çocuklarının Kur'an öğrenmelerini isteyen velilerin çoğu "öldükten sonra ardımızdan bir fatiha okuyanımız bulunsun" diye düşünürler. Bu anlayış, Kur'an-ı Kerim'in gönderiliş amacı açısından uygun değildir. Bunun yerine; 'Çocuğum okusun, dinini öğrensin, Allah'ın kullarına gönderdiği Yüce Kitab'ı anlasın, onun gereklerini yerine getirerek dünya ve âhiret mutluluğuna erişsin ve bize de duâda bulunsun' düşüncesi daha doğru ve mantıklıdır. Dünyadan göçen yakınlarının ruhunu şad etmek için ücretle hatim okutma geleneğinin Kur'an'ın gönderiliş amacıyla uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktur. Kur'an-ı Kerim'i bu gibi gönderiliş amacı dışındaki maksatlar için okuyanları eleştiren milli şair Mehmet Akif ERSOY, bu düşüncesini şu dizeleriyle dile getirmiştir:

Ya açar bakarız Nazm-ı Celilin* yaprağına,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına,
İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için…
*Nazm-ı Celil, Kur'an-ı Kerim demektir.


d. Sevap kazanmak:
Kur'an'ın okunması sevaplı bir iştir. Hem de okunan her cümlesine, her kelimesine ve hatta her harfine sevap vardır. Sevabın miktarı, okuyanın okuduğunu anlamasıyla orantılı olarak artacaktır. Onun mesajını anlamaya çalışmadan sadece sevap kazanma niyetiyle Kur'an okumak, bir yönüyle faydacılıktır. Kur'an-ı Kerim sırf 'sevap defterimizi dolduralım' diye inmemiştir. O bize sorumluluk yüklemektedir. Amacımızı sadece sevap kazanmaya yoğunlaştırmak, onun bize yüklediği sorumlulukları yerine getirmemek yanlıştır. Biz Kur'an'ı anlamak için okuduğumuzda zaten sevap kazanıyoruz. Kur'an'ın mealini okumak da çok sevaplıdır.


e. Okuyarak veya dinleyerek zevk almak:
Kur'an'ı sadece müziksel bir zevk almak için okumak da yanlıştır. Yukarıdaki uygulamaların hiç birisi Peygamberimiz tarafından bizzat maksat yapılmamıştır. Bunlardan bazısı Kur'an'ın bereketiyle ortaya çıkabilir. (Hastalara şifa gibi) Ama asla asıl maksat yapılmamalıdır.

3. Kur'an-I KERİM Nasıl OkunmalıDIR?


a. Allah sözü olduğu bilinciyle: Kur'an'ı okurken onun Allah teala'nın sözü olduğu hiç unutulmamalıdır. Bu, zihni uyanık ve diri tutar.
b. Anlama niyetiyle: Kur'an'ı anlamamız gerektiğine ve gayret gösterdiğimiz taktirde onun mesajını rahatlıkla anlayabileceğimize mutlaka inanmalıyız. Kadın erkek herkesin Kur'an'ı öğrenip onun mesajını anlaması bir sorumluluktur. Tabiki her âyeti ve her sureyi herkesin çok iyi anlayabilmesi yada herkesin aynı ölçüde anlaması beklenemez. Çünkü Kur'an her çağda yaşayan ve her türlü bilgi ve kültür düzeyine sahip insanlara hitap eder. İnsanlar kendi akıl seviyeleri ve kültür birikimleri ölçüsünde Kur'an'ı anlayabilirler. Özellikle akademik düzey yada özel alan bilgisi gerektiren âyetleri herkesin anlayamaması gayet doğaldır. Ancak herkesin aklı, bilgisi ve kültür düzeyine göre Kur'an'dan anlayacağı çok şeyler vardır.
c. Kur'an okumaya başlarken şeytandan Allah'a sığınılmalıdır. Ağır ağır; dil, kalp ve akıl işbirliği ile okunmalıdır.
d. Öğrenilen bilgiler pratik hayata yansıtılmalı ve başkalarıyla paylaşılmalıdır: Kur'an, hayatımıza yön vermek için gönderilmiş bir kitaptır. Pratiği olmayan bilgilerin önemi yoktur. Pratik hayatta yaşanmayan bilgiler, unutulmaya ve önemini kaybetmeye mahkûmdur. Müslüman bir kişinin öğrendiği doğruları (gücü nispetinde) başkalarıyla paylaşması ise Kur'an'ın ona yüklediği bir sorumluluktur.

e. Kur'an ve meali her gün az yada çok okunmalıdır: Her müslüman mutlaka her gün az yada çok Kur'an'dan bir şeyler okumayı alışkanlık haline getirmeli, Arapça bilmiyorsa mealden okumaya çalışmalıdır. Dolayısıyla, evlerde bir yada birkaç Kur'an meali bulundurulmalıdır.

Yüce yaratıcıdan, size Kur'an merkezli uzun, sağlıklı ve başarı dolu bir ömür vermesini diliyorum.

--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Web Sitemiz : http://www.gencmusalli.com/
Blogumuz : http://gencmusalli.blogspot.com/
http://islamiegitim.blogspot.com/
http://dusunceufuklarinda.blogcu.com/
Hasan Ahmet Evliyaoğlu

En guzel ask hikayesi............



Dunyanin, yasanmis en guzel ask hikayesi bu..
Ne Leyla diyecegim size ne de Mecnun, Ferhad, Romeo vs. vs..

En guzel ask hikayesi Efendimiz sallALLAHu aleyhi vesellem ile
Hatice Validemiz'in hikayesidir. .

Sanir misiniz ki Leyla ile Mecnun evlenseydi, ya da
digerleri..Asklari dillere destan olur, gunumuze kadar ulasirdi?

Hayir tabii ki!

Belki bir kac sene sonra bitecekti.. Yasanmadigindan,
kavusulmadigindan hep bunlar

Ama siz bir bakin Efendimizle, Hatice Validemiz'in askina ALLAH icin!

Bu, yasanmis hem de uzun yillar boyu yasanmis bir ask..

Ahla kissat hub fil alem


Mekke fethinin ilk gunu, o karisiklik, o heyecan esnasında Efendimiz
yasli bir hanimla karsilasiyor, O'nun yanina gelmesini onlemek
isteyenlere "Birakin" diyor gelsin..

Sirtindan abayasini cikarip, hanimin altina seriyor birlikte
oturup 1 saat kadar sohbet ediyorlar..

Aise Validemiz merak ediyor ve sonrasinda;

"Kimdi o? Neler konustunuz?" soruyor..

Cevaba bakar misiniz;

" O, Hatice'nin arkadasi idi, eski gunleri yadettik"

Hatice Validemiz vefat etmis, aradan yıllar gecmis, vefayi,
sevgiyi, ozlemi goruyor musunuz?

Ve o hengamede..

Ve Hatice Validemiz'e bakin;

Yasi 55..
Efendimiz o sira Hira magarasinda, nubuvvetten evvel ibadette..

Her gun O en Sevgili'ye yiyecek tasiyor! Her gun gidiyor ve O'nunla
biraz oturuyor..

Hira Magarasini bilir misiniz siz? Ne kadar yuksektir ve cikmasi ne kadar zordur? Bugun gencler bile cikarken ter icinde kalirlar, cok yorulurlar..

Yasi 55 Hatice Validemizin ve her gun Habibini gormeye gidiyor!

Yine bakiniz ki o asil hanima, Efendimiz'den daha yasli oldugu icin O'na ustune evlenmesini teklif ediyor!

Dusunebiliyor musunuz?

O'nu oylesine seviyor ki, sadece O'nu mutlu edecegini dusundugu icin
"Evlen" diyor!Ama O, reddediyor, asla O'nu incitmek istemiyor..

Hanim'a bakin! Ve sevgisine..

Yine ilk vahiy geldiginde O'na nasil destek olduguna, yuregini, malini, canini nasil serdigine bakin..

Ve Efendimiz'in yuregindeki Hatice Validemizin yerini dusunun, cok hadislerde gecer..

Yine Validemiz'in vefatindan cok uzun yillar sonra kizkardesi Hale Efendimiz'in evine gelir ve kapiyi calar..

Oylesine heyecanlanir ki O, kapiya kosar, eli ayagi dolasir..
"Neden" derler..

"Hatice'nin calisi bu" buyururlar.. Ve "Sanirim Hale'dir gelen"
derler..


En guzel Ask hikayesi budur!

Yasanmis ama eskimemis, yepyenidir..


O'na, Onlar'a benzeyenlere selam olsun...


Konuş Ya Aişe!

Peygamberimiz eşlerine karşı özel bir ilgi gösterirdi.Onlara özel kelimelerle hitap ederdi.
Onları sevdiğine dair sevgi sözcüklerini kullanmaktan kaçınmazlardı.
Aişe'ye (r.a.) özel bir sevgi sözcüğü vardı:
''Gözbebeğim.''
Gözbebeğiydi eşleri onun.
Onları öyle severdi.
Onları öyle korurdu.
Öyle sakınırdı.
Tüm kem gözlerden saklardı.
O gözbebeklerini hiç kırmadı.
Hiç incitmedi.
Hiç üzmedi.
Hiç ağlatmadı.
Hiç azarlamadı.
Gözbebeği Aişe'ye derdi bazen:
''Ya Aişe,konuş,gönlümüz açılsın.''
Aişesi konuşurdu.
Eşinin konuşmasını isteyen bir eşti.
Eşinin konuşmasından gönlü ferahlayan bir eşti.
Peygamberliğin ağır yüküyle sıkıldığı zamanlarda
Aişe'sinin elini tutardı.
''Ferahlat ya Aişe'' derdi.
Aişesinin eliyle ferahlardı.

O aynaydı.
Yardımcı,arkadaş,yoldaş,
nazik dost olan Refik'in...



Resul-u Ekrem (A.S.M)'a en çok kim seviyorsun diye sual olmuş
O'da"Aişeyi" buyurmuş... Daha sonra sevginizin ölçüsü nedir diye sorulmuş "KÖRDÜĞÜM GİBİ"
"alıntıdır"

Korkaklıkta mahçup olmak,ilerlemekte şeref var.İnsan,korkaklık
gösterek, kaderin cilvesinden yakasını kurtaramaz.

Web Sitemiz:
http://www.gencmusalli.com/
Blogumuz: http://gencmusalli.blogspot.com/

Hasan Ahmet Evliyaoğlu