31 Ağustos 2008 Pazar

Hoş Geldin Sultan’ım!

Gönül, sultan ister. Sultanına taht kurar, baht ister. Gönül özlem duyar, özlediğini ister. Hasreti 11 aydır, yürek dağlar, gelip tahtını doldursun ister.


Sultanım sensiz nicedir, sinelerimiz harelenir. Sensiz sukuta düşmüş naralarımız, kelepçelenmiş ruhlarımız.


Sen gideli, gelemedik kendimize. Gel bize, getir bizi, kendimize.


Arzum sen değilsin. Sen arzuma bahanesin. Matlubu hakikatsin. Hakikate senle varılır Sultanım. Hakikat değilsin. Eşyanın boğduğu hakikatten ruhları arındıransın. Dünyanın esaret zincirlerinden hakikatin sahibine bir vesilesin. Sen aşkı izhar edensin. Sen ilan-ı aşksın. Aşkın kendisi değilsin. Sen kavuşulmaya özlem duyulana ulaştıransın. Sen ne güzelsin Sultanım. Sen Kulunu Sultanına ulaştırıp, gerçek saltanata götürensin. Sen, sanal dünyalardan ruhlarımızı arındıracak yegâne göz aydınlığı, ruh neşesisin.


Dünyaların ve bütün zenginliklerin sahibi, gerçek zengine götürensin. Sen fakirleşen gönüllerin, servet zenginlerine, zenginleştiren merhamet ekensin. Sen öyle bir merhameti kuşanmışsın ki, ayrı ruhlara aynı neşeler verirsin. Sen fakirlerin gönlüne sabrın mükâfatını müjdeleyensin. Şükrün zekâtını zenginlere hatırlatıp, sömürü dünyamızı tersine sen döndürebilirsin. Zulümle dolu dünyamıza yılda bir uğraman bizim mutluluk kaynağımızdır. Seni beklemek bile güzel, ey Sultanım.


Serbest şeytanların sesini kısan, sesi güzel bülbüllerin öttüğü cennetleri getir evimize. Boz, o zulmün karanlık ve loş iklimini. Çiz, zulmün dünyayı saran masumiyete bürünmüş çirkin yüzünü. Hapset, habis ruhların üzerimizdeki tasallutunu. Zihnimize vurulan köle zincirlerine karşı, gerçek hürriyeti muştulamak için gel artık Sultanım. Senin askerin olmaya hazır ruhlara ait bu bedenler. Sen emret, ne yer, ne içer bu itaat erleri. Sen emret ölümüne itaat eder, nefislerimizden geçeriz, Sultanım.


Kuş tüyü yataklarımızdan kaldır seherlerde. Ağlat bizi. Dualarına kat bizi. Arana alıp, safına kat. Kuşat bizi de ey Rahmeti bol Sultanım. Mazlum ve yetimleri hatırlattın bize, aç biilaçların derdine bizi de kat. Şişinceye kadar dolan büyük bir dünya olan karınlarımızdan utanıyoruz, açlıktan ölümle pençeleşen insanların kemikleriyle zayıflat bizleri. Vur beyinlerimize, durmak bilmeyen iştahlarımıza sen dur de, Sultanım. Enselerimiz kabardı, beyinlerimizi bastı etlerimiz, düşüncelerimizi esir aldı şeytanlar ve onların sıpaları. Bizi Hakperestlikten aldı götürdüler başka dünyalara. Karalığı bol ve gelecekten ümitsiz dünyalara…


Gel bizi de götür o saadet diyarlarına… Ebedi güzellikleri bize getir ki görelim, mutlu olalım yarınlarımızdan. Bize ganimetleri anlat. Ateşte bişen lop etlerimizi al, açlıktan etleri eriyenlere götür. Sen, hediyelerin en güzelini, müjdelerin en iyisini getirensin. Sen çorak toprakların hasretle beklediği bulutsun, yağ ve daha fazla bekletme, sana hasretle kavrulan bu toprakları…


Sen ki, Sultanın Sultanısın. Malik'in mülkünde ki ilaçsın. Rahman'ın en merhametisin. Rahmetinle özlemlerimizi doldur. Sevinçlerin bize gurur, varlığın bize sevinç ve sürursun. Sen, garipliklerimize yoldaş, yalnızlıklarımıza eşsin. Sen bizi içten dinleyen ve anlayansın.


Nefsin tatmin olmak bilmeyen arzularına kilitsin. Gel, nefsimizin kapıları hep açık kaldı. Doldu içimiz, kabardı taştı içimiz. Utanmak nedir bilmeyiz. Gelişinle sen utandır bizleri. Gurur ve kibirden mağruruz,Kendini beğenmişliğimiz helakın eşiğine getirdi bizi.


Sen mi geldin, Sultanım. Hoş geldin. Gözlerimiz yollarda kaldı. Gönüllerimizi kavuşmanın heyecanı sardı.


Gel Sultanım!


Özlemlerin ateşini söndüren rahmetinle,


kavrulmuş ciğerlerimize ıslak ıslak çisenle,


kuruyan damarlarımıza can verişinle,


çöldeki serapları göl edişinle,


ayrılıklarımızı birlik denizinle birleştirişinle,


bizlere kul olma şuuru verişinle,


Hoş geldin Sultanım!


Her ayı Sultan kılan, her geceyi Kadir bilen bir idrakle, aşkla özlem duyan gönüller ver bize,


Ey Sultanım, Ramazanım!

29 Ağustos 2008 Cuma

Sayın Başbuğ’un Laikliği Üzerine



Laiklik, ülkemizde bir din, İslam'a karşı bir başkaldırı, karşı duruştur. İslam'ı ve Müslümanları hizaya sokma aracıdır. Laiklik devletin zırhı, korunması için bir saldırı aracıdır. Dinden nedense laiklik sayesinde korunmaktayızdır. Laiklik cumhuriyetimizin temel taşıdır. Türkiye Cumhuriyetini var eden ve aynı zaman da Osmanlıyı da yok eden değer; İslam – Laiklik arasında çizilen bir çizgiyle oluşturulmuştur.


İslam'ı yıkamayan dış güçler, hiç olmazsa kontrol etmek, ılımlılaştırmak, İsevileştirmek, dünyevileştirmek, kitapsızlaştırmak, eğitimsizleştirmek için, laikliğin önemini anlamışlar ve Lozan da bize bunu ön şart olarak da dayatmışlardır.


Laiklik; bizi batılıların veya birilerinin (açık söyleyelim; Siyonizm'in) gelecek planlarını bir parçası olarak görülmüş ve ülkemize dayatılmıştır. Sadece Atatürk'ün bir düşüncesi veya ilkesi olarak görmek ve benimsetmek tam bir gerçeklik olmayacaktır. Sonra uygulanan laiklik de Atatürk'ün anladığı ve uyguladığı laiklikle hiç alakası da yoktur.


Halkın istek ve arzularının, inanç ve yaşama biçimlerinin önünde engel olarak görülen laiklik, aynen bir despotizmin susturucu aracı gibi uygulanması, devletin halkına rağmenci dayatmalarını son kanuni düzenlemeler ve iptallerde gördük. Halkın sadece çocuklarının üniversitelerde başörtülü okumasını bile laiklik ilkesine aykırı bulanlar, dünyada emsali görülmemiş bir zulmün de ikame edicileri olmuştur. Tarih bunları kara defterine, karakalemiyle yazmıştır.


Her sivil ve askeri törenler de, laiklik vurgusunu görmekteyiz. Askeri devir teslim törenleri de bunların başında gelir. Laiklikle başlayan konuşma, onunla gelişir ve onunla biter. Ne hassas şeyse, irtica denen bir şey de onun birinci düşmanıdır. Bu irtica da hep İslami hassasiyetler ve duygulardır. Her Ramazan öncesi buna bir gereksinim duyar laiklik duyarlıları.


Yeni Genel Kurmay Başkanının Laiklikle ilgili açıklamalarına bakınca tüylerim diken diken oldu. İslami hassasiyetleri olan Anadolu insanlarının, ekonomik gelişmelerinden duyduğu rahatsızlığı laiklikle bastırma isteğini izhar eden bir konuşmaydı. Yani İslami sermayeyi ürkütecek bir açıklamaydı. Yani ülkeden bunlar gidip başka yerlerde gelişseler daha iyi olacaktı. Sayın yeni Genel Kurmay başkanı kendi bakış açısına laikliği kalkan etmesi ve onunla kendini düşüncesini koruyan bir konuşma yapması da ilginçtir.


Laiklik olmazsa; askerimiz, asker destekli medyamız ve yargımız neyi korurdu. Acaba korunan laiklik mi? Yoksa birileri laikliği istismar ederek kendilerini ve menfaatlerini halkın gözünden kaçırarak böylece koruma ve kollama peşindeler miydi, Tıpkı Çetelerin yaptıkları gibi? Bunlar da, bildikleri bu çetelere niçin yıllarca ses çıkarmadılar, sadece laikliği korumak amacıyla mı? Sanmıyorum. Bilmediklerini söyleyemeyiz. O halde, laiklik illegal veya legal çetelerle halka karşı korunmalı mıydı? Ya da laiklikle bazı çeteler kendilerini ve menfaatlerini koruma yolundadırlar.


Laiklikle, zenginleşen Anadolu'nun inançlı insanları arasında bağlantı kurulması vahim bir durumdur. Sayın Başbuğ bunu neden yapma gereksinimi duydu acaba? Sakallı kebapçıları fişleyen çetelerden, bu açıklamanın düşünce olarak, ne farkı kalır. Zengin Müslüman tipinden mi rahatsız olmuşlardı. Onlara göre İslami yaşama biçimi olanların fakir mi kalmaları gerekiyor. Laiklik o zaman daha mı korunaklı olacaktı.


Kendi zenginini yaratan bir sistem kurarsanız, o halde sistemin başında olanların zengin olmalarından gocunmamanız gerekir. CHP baştayken, nasıl İslami duyarlılığı olanları zengin etmedi, kendi kafasına uygun insanları zengin ettiyse, bu kaçınılmazdır.


Bu halkın bir şey bildiği yoktu. Gidip laiklik hassasiyetlerimize dokunacak Partileri seçiyorlardı. Bu partiler ya kapatılmalı yahut ta (AK PARTİ de olduğu gibi) Laiklik uyarsıyla, hizaya sokma gayretlerine girilmeliydi.


Laiklik, halkı hizaya sokma aracıdır. Kamunun inancını, kamudan uzak tutma aracı olan şeydir. Ülkemizde laiklik, zulmün diğer adı olmuştur.


Laikliği İslam ülkesine bağladılar, ülkenin kendini savunan ve Çanakkale'yi geçilmez kılan inancın sahiplerini ve inançlarını içten yiyip bitirsin diye.


Laiklikle korunanlar, azınlıklardır. GSMH'nın % 90'nı yiyenler bu azınlıkta olanlarıdır. % 90 nı halkımızın GSMH'nın % 10 ile idare etmeye çalışıyor. Anadolu insanımızın zenginlemesinden gocunanların bu zenginler kulübümüzün olduğunu biliyoruz. Necip Fazıl Kısakürek'in dediği gibi:


"Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul,


Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa,


Yaşasın kefenimin kefili karaborsa."


Bu korkunç bir baskı unsuru olarak halkın damarlarını kesmekten başka bir şey olamaz. Bunu bir Paşa tarafından da dillendirilmesi taraf olarak, durduğu yeri de göstermektedir.


Laikliğin bu ülke insanlarının hepsine huzur ve mutluluk getirmiştir diyebilir miyiz? Halktan vergi ve faiz paralarının tahsil edildiği bir sitem ki kendi zenginini yaratmıştır, halkın refah düzeyine bir katkı sunmamıştır. Halkın ticari açılımlarla zengin olma yolunda olması da bazı eski zenginleri ve sistemle korunanları rahatsız etmişe benziyor.


Laiklik bu ülkede sivil ve askerce sömürülmekte, siyasi söylem olarak, darbelere ve ona imalara dayanak olarak kullanılabilmektedir. Bu ülkede istismardan hoşlananlar laiklik tarifinin de yapılmasının, anayasaya koyulmasından hoşlanmamaktadırlar. Laiklik, din ve Atatürk'ün istismarından kazananlar var, kaybeden ise sadece halkımızdır.


İlker Başbuğ konu edindiğimiz açıklamasıyla, bir ordunun komutanı olmaktan çok TUSİAD üyelerinin hislerine tercüman olmuş gibidir.

27 Ağustos 2008 Çarşamba

İllegal YARSAV feshedilsin

Şaibeli bir şekilde "askere gitmemek için çürük rapor aldığı" ortaya çıkan Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu'nun başkanı olduğu Yargıçlar ve Savcılar Birliği YARSAV da, Ergenekon Terör Örgütü İddianamesi'ndeki bir çok ilginç iddianın içinde yer alırken, hukuki durumu tartışmalı bir dernek.
Eski Cumhuriyet Savcısı Reşat Petek, Eminağaoğlu'nun hakim ve savcıların itibarını zedelediğini belirterek "Eminağaoğlu, kamuoyunu tatmin edecek bir açıklama yapamadı. Gerçekler yapılacak soruşturma sonrasında ortaya çıkacak. Bu ülkede Bakanlar bile sonradan gidip askerliğini yaptılar. Bir yanlışlık, bir hata varsa gidip vatani görevini yapacak ve kamuoyundan özür dileyecektir diye düşünüyorum" dedi.

YASAL BİR DERNEK DEĞİL
YARSAV'ın hukuki durumuna da değinen Petek, "Hakimler ve Savcılar Kanunu'na göre hakimler ve savcılar dernek kuramaz, kurulu bir derneğe üye olması ise Adalet Bakanlığı'nın iznine bağlıdır. Bu nedenle YARSAV, yasal bir dernek değildir. Nitekim Ankara Valiliği'nce kapatılması için hakkında açılmış ve devam eden bir dava var. Bence, YARSAV, yasal dayanakları oluşuncaya kadar, en azından hakim ve savcıların bağımsızlığını gölgelememek ve lekelememek için, kanunu alt yapısı oluşuncaya kadar, kapatılmasını beklemeden yargıya ve hukuka saygı açısından kendini feshetmelidir" dedi. Ankara Valiliği, "Anayasa'ya göre yargıçların dernek kuramayacakları" gerekçesiyle YARSAV'ın feshedilmesini istemişti.

SİYASİ BİR PARTİ GİBİ
Eski Cumhuriyet Savcısı Gültekin Avcı ise, YARSAV'ın hakimler ve savcıların tümünü temsil etmediğini belirterek "Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Eminağaoğlu'nun hem görevde olması, hem de siyasi örgütlenmenin başında olması kabul edilemez. YARSAV, adeta siyasal bir partiye dönüşmüş durumda. Aslında ideolojik bir birliğe dönüştürülen YARSAV, Ergenekoncu zihniyet tarafından kuşatılmış durumda. YARSAV, yargı içerisinde ulusalcı bir örgüttür. Bu yüzden bir çok hakim ve savcı YARSAV'dan olduklarını kabul etmezler. Bu birliğin görevdeki yargıç ve savcıları yıprattığını düşünmektedirler. Çünkü adalete ve hukuka rağmen resmi ideolojinin dediğini yapan bir grup, YARSAV'ın yönetimini ele geçirmiş durumdadır. Eminağaoğlu gibi yıpranmış ve belli bir ideolojiye angaje olmuş bir başkanı bulunan ve tarafını açıkça belli eden bir kurum, tüm hakim ve savcıları temsil edemez, ancak küçük bir gurubu temsil edebilir" dedi.

YARSAV, ERGENEKON ÇETESİNİN EMRİNDE
Dicle Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Mazhar Bağlı da, YARSAV'ın dernek olmadığı görüşünde. Bağlı'nın düşünceleri şöyle: "Her ne kadar 'yargı bağımsızlığı' gibi bir maddeyi tüzüklerine koymuş olsalar da gerçekte durum böyle değildir. Çünkü YARSAV, 28 Şubat sürecinde ortaya çıkan entrikacı ve darbeci bir grup askerî bürokratın peşinden koşan, brifingler düzenleyen ve bugünlerde de Ergenekon Terör Örgütü'nün sivil toplum üzerinden darbe fikrinin toplumda yaygınlaşmasını sağlama emeline denk gelen bir yapılanmadan başka bir amacı olmayan bir yapılanmadır. YARSAV hukuku bağımsız kılmak, yargı tarafsızlığını egemen kılmak için değil, bir zümrenin iktidarını hukukileştirmek ve hukuka sızmış olan kimi düşüncelerin iktidarının devamını sağlamak için vardır." "İSTİFA ETMELİ"
Emekli Cumhuriyet Savcısı Ali Karcı da "Eminağaoğlu'nun YARSAV başkanlığında değil, savcılık görevinde bulunması bile doğru değil. HSYK tarafından soruşturma başlatılmalı, en azından bir disiplin cezası verilmeli. Ve bu süreçte Eminağaoğlu'nun istifa etmesi gerekir" dedi.

HASAN TOSUN / ANKARA

25 Ağustos 2008 Pazartesi

“Askerliğe Elverişsiz”

Askerlik, peygamber ocağıdır. Türk olup askere gitmemek olur mu? Türk olup askere gitmeyene adam denir mi? Askere gitmeyene kız da verilmez, adam da sayılmaz, anadoluda.

Ama teşkilatlar, çeteler, haksız kazanç sağlayıcı, vurguncu, rüşvetçi adam kayırmacılar adamlarını kayırmakta onlara haksız raporlar düzenlemekteler. Maddi durumu iyi olanların veya başka meşrep ve mezhepte olanların paralarıyla yaptıkları (pardon yapmadıkları) askerlikler de cabası. Adeta Osmanlıdan kalan bir miras gibi askerlik yapmamak, bedavadan yaşamak geleneğine sahip olanlar var. Bunlar ayrıca bu milleti de idare etmekte pek hevesliler. Halkı askerliğe ikna etme becerileri de cabası.

Sivil ve askeri bürokrasinin sağladığı menfaatlerden nemalanan bir kısım zevatın "askerliğe elverişsiz" veya "çürük raporu" aldıkları görüldü. Çürük raporu aldık diye Allah'a şükrettiklerini duyar gibiyim. Bu raporlarla kendini halktan üstün görme, elit olmanın da bir ifadesi, gibi duruyor. Vatanı başkalarının görme, kendine ait olmadığı hislerinin sonucu gibi.. Bu vatana ihanetin kılıflanmış mazereti gibi… Vatansever edebiyatlı soyguncu, dış güçlerin elinde oyuncak ruhlu ve korkak insanların ellerine geçirdikleri devlet memurluğundan aldıkları bürokratik güçle, çıkarlarından biri de bu raporlar gibi duruyor.

Genelde, çürük raporları alanların, derin ilişkilerle işli dışlı olduğunu da göz ardı edemeyiz. Askere gidememekten üzgün olan nice Anadolu genci tanırım. Bilirim ki askere çürük raporu almış diye kız vermezlermiş. Ama sağlamken askere çürüğe ayrılanlara, Allah muhakkak bir dert verir diye inanılır.

Yar-Sav bakanı Ö.Faruk Eminağaoğlu da, Hadep eski başkanı gibi… Askere önce "sağlam" ve "komando olur" diye rapor verilen yerden yine bir hafta içinde başka bir raporla çürüğe çıkartılmış kişidir. Bu kişinin geçenlerde İslam Dini hakkında sarf ettiği sözler malumunuzdur. Askerden kaçanların çoğunda İslam'a ve halkın inançlarına karşı bir kin ve öfke halinde olduklarını görüyoruz. Bunlar sanki bu raporların yüzü suyu hürmetine, bir işlevsellik katmışlar hayatlarına… Bu tür de insanların illegal ve uluslar arası çetelerle de bağlantılarının varlığından da bahsetmemiz mümkün gözüküyor.

Bunlar devlete sahip olma erklerini kendilerine verenlere vefa borcu da ödüyorlar olabilirler, onların istekleri saikiyle konuşuyor da olabilirler.

Ergenekon sürecinde eski etkili bir generalin konuşmaları basına yansıdı. Umarım okuyucularımın da haberi olmuştur. Sünnileri PKK ile savaşmaya sürmek gerektiğini, Atatürkçü veya laikte olsalar Sünnilere güvenilemeyeceğini dile getirmiştir. Bunlar sıradan insanların söyledikleri sözler değil. PKK kurşunlarına hedef olan ve şehitlerin hangi illerden daha fazla çıktığına da bakarsanız ki, halkımız bu işe müdriktir, bu sözlerin icraatını da anlarsınız. Hakikatle örtüşen sözler bunlar.

Ne diyor emekli (İsmi lazım değil) general, size nasılsınız denildi mi, "Allah'a şükür" deyin sizi dindar sansınlar. Askere, güney doğuya gitme veya çürük raporu al, Sonra Müslüman ayağına yatıp halkın inancına, vatanına kastet. O halkın vergileriyle, halk arasında inanç ve mezhep ayırımına git. Ve bunların kılına dokunulmasın. Bunların çoğu Osmanlı zamanında da ecdatları askere alınmayan gayri Müslimler güruhunu mu oluşturuyorlar? Çünkü çoğu paralı askerlik yapıyor yahut ta çürük raporları alıyorlar. Biz ayırımcılık yapmasak ta, birileri bu ayırımcılığı içtenselleştirmiş ve sistemselleştirmiş midir? Bu konu da meclisin bir araştırma yapması ve halka bu ayırımcılıkları duyurması gerekir.

Çirkinliklerin, ayırımcılıkların, faili meçhullerin ve bölücü faaliyetlerin Ergenekon sürecinde açığa çıkması güzeldi. Bunların Amerikan ve İsrail marifetinde, böyle yaşandığını zaten biliyorduk. Sonuçta dava da, onların adının anılmaması ilginçtir. Vatansever (!) ihanetin, belgelerle ortaya çıkması bundan sonrası için de atılacak adımları düşünmek gerekiyor. Takip etmek gerekiyor. Bunu da halk adına yetkiyi elinde tutan meclisin yapması gerekmez mi?

Allah'a Şükür deyip, kendilerini halkı kandırma mevkiinde görenler, bugün bunu başka versiyonla yapıyorlar. Bunu halkımız biliyor ve görüyor. Doğuda kadınlarla tokalaşılmaması, Cuma namazlarına ve cenazelere katılınılması istenirken, batıda bunları yapanların soruşturma ve kovuşturulmaya tabi tutulması, çirkin muameleyi gözler önüne sermektedir. Bu ülke bir gün bu ikilikli uygulamalardan da kurtulacaktır. Tarihte ki şanlı ve şerefli yerini alacaktır. Dış güçler ve onların sistemleşmiş yöneticileri halkın uyanışını engelleyemeyecektirler.

Sağlam ve sağlıklı olup ta, "Askerliğe Elverişsiz"iz diyememeli birileri….

24 Ağustos 2008 Pazar

Bir Başka Açıdan ERBAKAN




Onunla Siyonizm’i, Tehodor Herzl’i, 2. Abdülhamit’i tanıdık. Onunla “Müslümanlar kardeştir” dedik. Onunla İmam hatip okullarında okuduk. İmam Hatip olmasaydı, anarşiden dolayı babalarımız bizleri okutmayacaktı. Okuyan, anarşist bir evladı, baba ne yapsındı.. Anarşiden uzak kaldık. Onunla sağcı ve solcu olarak, Siyonizm ve Amerikan çıkarlarına uygun vurmadık kardeş kardeşi. Sağ sol davasına kapılıp birbirini vuranlara üzüldük. Arada bizden de ölüler arasına kattılar. Bizi de kavgaya çekmek için mit’ten elemanlarla silahlı eğitim vermek istediler, biz aldırış etmedik onlara, bizi katamadılar maceralarına. Biz bol bol okuduk, silah tutmadık, kitap tuttuk, spor yaptık kendimizi geliştirdik. Hiçbir zaman tüyü bitmedik arkadaşlarımızın eline verilen silahlara heves etmedik, hocamız sayesinde…


Erbakan Hoca, 1974’de Sayın Ecevit’le, ortak olduklarında, Kıbrıs Barış Harekâtının emrini Ecevit’e rağmen ve Ecevit İngiltere’de iken vermesinin dillendirilmemesi, onu hep barış harekâtı kapsamında göze görünmez kılıp Ecevit’i Kıbrıs Fatihi yaptılar. Bunu yapan ve bilerek yapan basındı. Buna bile isyan etmedi Erbakan Hoca. Yaptığı güzel esprileri bile alay konusu yapıp hocayı komikmiş gibi takdim eden medyaya hiç küsmedi, kırılmadı. Fabrika temelleri atarken, tarlaya buğday eker gibi, temeller atıyor diye alay edenler, o temellerin birçoğunun fabrikalara dönüştüğünü ve memleket ekonomisine sağladığı faydaları görmezden geldiler, Hoca yine de kızmadı.


Afyon’dan Akşehir’e giderken Çay’dan geçiyorduk. Araba içinde bir vatandaşa bildiğim halde sordum. Bu ne fabrikası diye. O bilemedi tabi. Ben: “Yoksa bu Alkolit fabrikası mı, bunu kim açtı.” dedim. “Demirel” dedi vatandaş. Peki, buranın ben Erbakan tarafından açıldığını biliyor ve öyle duyuyordum dedim. Vatandaş bana:”O açsa açsa; tespih takke fabrikası açar” demişti. Ben hayır Hoca’nın temel atma ve açma törenlerinde bizzat bulundum dediysem de vatandaş bildiğinde ve dediğinde ısrar ediyordu.


Hoca’nın “Ağır Sanayi Hamlesi” bizi çocukken bile heyecanlandırırdı. Lider ülke olmak, kukla ve sömürülen bir ülke olmak istemiyorduk. İslami kimliğiyle, örtüşen söylemleri ile Hoca gerçekten Vatansever ve dine gönülden bağlı, tasavvufi edep ve adabının kurallarını da müdrik yaşayan bir veli zattı. Onun Allah dediği yerde biz, İslam bilmekten aciz kalırdık. O bize hem dünyayı, hem dini anlattı.


Hocamın anlatımlarında biraz abartıların bulunması temennisinden dolayıydı. O öyle olmasını istediği için, öyle söylerdi. O iktidara bir ortakla geldiydi. O ortağı (Tansu Hanım) Show Tv’de şöyle diyordu:”Ortağım Hoca beni hiç kandırmadı, bana hiç yalan söylemedi” Bunu hiç unutamam. Daha çok şeyler konuşacağız beklide ama hepsi bir makaleye sığmayacaktır.
Hoca, sert mizaçlı fakat leyyin bir yapıda idi. Yanına yaklaşırken heybeti ve asil duruşu arasında kaybolurdu duygularımız. Çevresini iyi gözetir, olup bitenleri hemen görürdü. Onun derdi memleket sevdasıydı. O milletine âşıktı. Kendi serveti ve durumu onu refah düzeyi olarak yeterdi ve artardı da. O siyaseti bir dava edinmiş, dava adamıydı.


Ondaki dinamizm ve dinçlik bizim gençliğimiz utandırırdı. Onun siyasi konuşmalarını bilirim. Günde beş yerde konuşurdu. Her konuştuğu yerde de, en az iki saat konuşurdu. Yani günde on saat konuşma yapardı. Onu altımızda son model arabayla oturduğumuz yerden takip etmekte zorlanırdık. Hem yorulur, hem de bitap düşerdik. Bir de bizler gençtik. O ilerlemiş yaşına rağmen, günlük on saat ayakta konuşuyordu. Konuşmadan veya ayakta durmaktan dolayı, yüzünde en ufak bir yorgunluk emaresi yoktu, ne de sesinde bir kısılma olurdu. Bir de şoförüne 220 basmadığında,210 bastığında, Allah o 10 km’yi bizden sorar dermiş ve son sürat konuşma yerine yetişmek için.


Duyardık; herkes onun şoförlüğünü yapamazmış diye. Hocam çok hızlı yaşadı. Ömrünü vatanına adadı. Memleketi için çok güzel şeyler yaptı. Onunla oluşan bir Dini duyarlılığı ve ağırlılığı olan bir kamuoyu oluştu. Yabancı ülke insanları onunla Türkiye’de Müslümanların var olduğuna yeniden inandı. O, 74 de iktidara gelene kadar ülkemizi irtidat etmiş ve İslam’dan çıkmış bir millet olarak bilen çok Müslüman halklar vardı. Onun sayesinde yeniden Ülkemiz de İslam’ın sesi çıktı. Müslümanların kendine güvenleri geldi. Bunlar abartı değil, gerçekleri dile getiriyorum.
D-8 projesini anlayan emperyalistler ve dünya Siyonist para babaları Erbakan’ı siyasi mevta haline getirdiler. Gerisi teferruattır. Asıl olanı görmemek güdülmektir. Güdülmek ve güdülenmekte olan halk sömürülmektedir de. Sömürüye karşı çıkmak edebiyatla, terörist eylemlerle değil, icraatla olmalıdır. Halkı öldürmek, yönlendirmek ve yönetmek isteği dış güçlerin ve onların iç uzantılarının işi olabilir. Erbakan’a yapılanları adaletin tecellisi demek aptallık olur. Bu adaletin tecellisi Müslümanlara gelince neden başka türlü tecelli ettiği sorgulanmalıdır.


Erbakan’ı yargı mahkûm etti. Aynı benzer davada CHP’ye farklı karar verdiler. Bunları halk görüyor ve biliyor. Halk kendine yapılanla, bir başkasına yapılanlar arasında ayırımcılığı iliklerinde bu dava benzerliğinde de gördü. Hocanın siyasi yasaklı hale getirilmesinde, bu cezaya uğratılmasında Ergenekon çetesinin parmağı olduğu gerçeğini halk gördü. İnşallah yargıda kendi içindeki çeteyi çözer ve ağırlıklarından kurtulur. Eski savcı Nuh Mete Yüksel’in de Çete elemanlarıyla toplantılar yaptığı biliniyor. Dün kin kusan Vural Savaş bugün günah çıkarıyor. Bunlar, Siyonizm tezgâhında işlenen fikirlerin ülkemizde ki ürünleridir.


Onu anlamak için CHP’li K.Anadol gibi de konuşmayacağım. Kişiler ölür eserleri varsa, onlar baki kalır. Muhalefet; Salt saldırı sanatı değil, belki de savunma sanatıdır. Halkını, haklarını savunmaktır, önemli olan. Erbakan’a verilen haklarından(aftan) yola çıkarak gündeme alınan, hasta tutuklularla, muhalefet yapmış olmazsınız. Samimiyetsizlik diz boyu. CHP bunu hep yapıyor. Evet, doğru ve gecikmiş bir karardır. Ama daha onlarca kötü koşullarda olanlarında bunun yanında ve bu vesileyle affedilmeleri de Cumhurbaşkanımız tarafından gündeme alınırsa seviniriz, demeleri daha seviyeli ve daha sevecen bir üslupla, toplumu germeden muhalefet yapmış olurlardı. Ama nerde o ince siyaset?


Erbakan Hoca, nezaket ve kibarlılığını asla kaybetmeden, kendini affeden Cumhurbaşkanı makamına teşekkür etmiştir. Hoca Allah’a şükretmenin gereği, kendine iyiliği olan kişiye de teşekkür etmiştir. Şükür enaniyetti kaldırır. Rabbe teslimiyeti izhar eder. O, zaten Rabbe ve onun takdirine rıza gösteren bir tevekkül içinde yaşamaktadır.


Hocam, saygılar sunarım, pamuk ellerinden, öperim. Dualarını beklerim. Allah, Hayırlı uzun ömürler versin!

21 Ağustos 2008 Perşembe

Hülya Avşar ve KURBAN

Din Akıllara hitap eder.Aklı olmayanın dini de yoktur.Kendini akıllı zannedenlerle doludur,Bakırköy.Ya da zeki olmak iman sahibi olmak için yeterli olmayabilir.

Firavunlar da zekidirler.Hülya Avşar da burada firavunluk yapmak istemiştir.Müslüman memleketinde İslam Dinine saldırmak en büyük primdir,reklamın en büyüğüdür.Bunu bilir ve pörsümekte olan şöhretini kaldırmak peşindedir.

Ölüm yaklaştığının farkında olup,yanlızlığın da, yokluğu saran ruhunun ihtiyar acılarında kararan ve ışık olmayan şeylerle gündeme sürünmektedir.

Manşetlere sürünen bu insan, Cehenneme de sürünerek girmenin tadına varacaktır biiznillah.

Ateşin bol olsun H.Avşar…

Ahiretin, dünyandan daha rezil olur inş…

Kurban bir teslim oluştur..Kurban, hakk'a teslimiyetin resmidir.Kurban yaratana teslimiyettir.Sen anlmazsın…

Sen hiç et yemiyorsundur.Hayvanlara acıdığın için; ya da kendiliğinden ölmüş, leşlerle idare mi etmektesin.

Hayvanı boğzalamanın tıbben de sağlıklı bir işlem olduğunun bilindiği bu modern çağda sen İslama saldırmanın edebsizliğinde iğrençliğinle kal inşallah..


İğrenç İnsan;Hülya Avşar

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Haram Lokma Ve Harama Dokunma Hakkında Hadis-i Şerif

Ebu Hureyre'den (Radiyallahu Anh):

Efendimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdular ki:

"Birinizin ağzına toprak koyması, Allah'ın haram kıldığı şeyi koymasından daha iyidir."

(Beyhaki)

---

Ma'kıl bin Yesar'dan (Radiyallahu anh):

Efendimiz (Aleyhissalâtü Vesselâm) buyurdular ki:

"Kişinin başına demirden bir iğne batırılması, nikahlısı olmayan yabancı bir kadına dokunmasından daha iyidir."

(Taberani)

---

Bu hadislerden, mü'minler haram lokma yemekten ve nikahlısı olmayan yabancı bir kadına (cinsel duygularla) el değdirmekten şiddetle menedilmektedir.
Resulullah.org

İsrail’li, Ergenekon ve Boğazlar:

Gürcistan Savunma Bakanının İsrail Vatandaşı olduğunu göz ardı edemeyiz. Amerika'yı ve uluslar arası sermayeleri de yönlendirip yönetenlerin Siyonist ve Vatikan kökenli olduklarına bakılacak olursa olan olayların gitmek istediği noktaya bizi daha çabuk götürür.


İsrail'in," Hamas yenilgisi" nden sonra, en ciddi silah deneme alanı Gürcistan oldu. Üç tane İsrail'in verdiği insansız casus uçağını Rusya düşürdü. Daha önce ki yazımda da belirttiğim gibi "Hadi aslanım kim tutar seni" ile boğazı geçme hedefini de gizli olarak tezgâhlamışlar. Bunu bugün daha iyi anlıyoruz.


Bu "boğazı geçme isteği" ne direnmek ve izin vermemek, "tezkere"den daha önem taşımaktadır. Bu Amerika'dan ayrı dış siyasi çıkarlar gözetmeye başlayan Türkiye'yi kontrol etme isteğidir. Ülke'nin büyümesi, İran'la dirsek teması İsrail'i ve dolayısıyla Amerika'yı da çok büyük endişeye sevk etmiş durumdadır.


Osmanlı ne hata yaptıydı da yıkıldı? Osmanlıyı yıkan şeylerin içinde Siyonist tezgâhın en önemli oyunları bize okullar da asla okutulmadı nedense. Onların yaptıklarını yeri geldi kutsadılar. Eski devleti kötülemek ve yeni Cumhuriyeti kutsamak adına…


Ergenekoncuların fikir babalarından ve dıştaki toplantılarından ve asıl dış yöneticilerinden bahsedilmiyor. Onlar ayak bağlarından kurtulmak adına sattılar mı adamlarını? Sattılarsa onlar yerine daha kıymetli adamlar bulmuş olmalılar. Gaye, sömürüyü devam ettirmek değil mi? Gelecek bina ederken asla bir engelle karşılaşmak istemiyorlar.


Ülkeyi kuşatmanın saç ayakları tamamlanmaktadır. Düşmanlarımız sabırsızlanmaktalar. Osmanlının bakiyesinin dirilmesini ve eski işlevine dönmesini de istemiyorlar. Bir yandan İslam'a karşı tıkaç görevini gören laik dayatmacılığı ve putperestliği topluma yeni amentü olarak dayatanların derdi, sadece salt İslam hedefinden uzak bir toplumla uyuşturulup Türklerin, geleceği görmelerini engelleyerek, tezgâhlarını verimli bir şekilde toplamak istiyorlar. Her taraftan kuşatma sürüyor. Ruhsal sarmaldan kurtulmadan, bünye uyuşukken bitirmek istiyorlar. Ergenekon'la savunan ruh Sünni İslam'ı yok ettikten sonra yeniden dirilmeden kuşatmayla işimizi bitirmek istiyorlar.


Çanakkale de yedi düvele geçit vermeyenler, şimdi de geçit vermemeli. Geçmişin acısını unutmak aptallık olur. Bu savaşta haçlı ruhunun olmadığını söylemek te… O haçlı ruhun bugün ülkeyi ilikleriyle esir almış ve İslam'dan soyutlamış olduğunu da unutmamalıyız. Bugün boğazları geçmek isteyenlerin, Laikliği bu ülkede ikame edip, sömürü tipi ve halka ve onların özgürlük taleplerine karşı kılıç gibi kullandıklarını da unutmayalım. İslam'ı silemediler, bitiremediler, içimizdeki "İlay-ı Kelimetullah" uğruna şahadet arzusunu kıramadılar, bunun farkındalar. Çanakkale'den biliyorlar ki; Türkler ölüme düğün bayram demiştir. Söz konusu vatansa…


Toprak vatandır, namustur. En büyük namus; vatandır. Vatanı geçmişi ve geleceği ile algılamamak ta namustan düşmektir. Vatan toprağını, Siyonistlere satmayan "Ulu Hakan"ı, bize bu ülkede, onun torunlarına yıllarca "Kızıl Sultan" diye resmi okul kitaplarında okutup, geçmişine sövdürenler bunu bir sevap işliyormuş gibi yapanlar, bu ihanetin gizli derinliklerin de gömülüler. Bizler yazarak halkımıza bu pislikleri göstermek ve yalancı aynaları kırmak zorundayız.


Lozan' da İnönü'ye danışmanlık yapan, İslam'dan dönme ve Laikliği getirip İslam'ı bu ülkede önleme fikrini ortaya atan; Mısır'lı Yahudi Haham Haim Naum olduğu doğru mudur?


Atatürk'ün dış işleri bakanı kimdi? Neden Atatürk'e rağmen ve Atatürk'ten de habersizce PKK'nın yuvalandığı toprakları Irak'a bıraktı. Neden Lozan da burnumuzun dibinde ki, adaları Rumlara bıraktık. Neydi bu kaybedilen toprakların altına imza atanların bu millet üzerinde ki tasallut ve ceberutlukları… İnönü kim? Bu millete nasıl bakmış. Neler yapmış. Lozan da verdiği adaların hesabını soran oldu mu? Lozan da gerçekten gizli anlaşmalar var mı? Varsa neden hala açıklanmadı. Neden hala putlaştırmakla, arkasına sindikleri Atatürk'ün vasiyetini açıklamadılar. Kim bu insanlar. Kim bizi vesayet içinde bırakanlar. Kimdir bizim gizli sahiplerimiz. Ne zaman kırılacak bu imanımızı ve hayatımızı dişleyen canavar? Neden çiğneyip duruyor da, yutmuyor. Yutacağı kadar bölemedi mi?


Neden Mussolini'den kaçıp kurtulan ve ülkemize sığınan bir Yahudi, ülke yönetiminde söz sahibi olur. Neden onun teklifine, halkın oyuyla iktidara gelen bir Menderes, balıklama atlar. Anlayanlar, anlamayanlara anlatsınlar arkadaşlar.


Nedir bu Masonlar? Neden Atatürk bunlara izin vermedi? Atatürk zehirlendi mi? Eğer öyleyse, kimlerin zehirlediği neden açıklanmadı? Neden, insanları katleden dışı dışarıda bir örgüt olan Ergenekon'u CHP savunur? Neden CHP, katiller güruhunu savunur. O da içinde mi? Yoksa yöneticiliği de mi var? Kurduğuyla övündüğü Cumhuriyete böyle mi sahip oldular yıllarca… CHP'nin de mi eli kanlı yoksa? Topluma yön verme faaliyeti olarak işlenen, siyasi sol cinayetleri oya mı tahvil etmeyi düşündüler. İlhan Selçuk iddianame de olunca…


Halk'ın vermediği iktidarı böyle mi sağladılar? İktidardaki fikirlerini böylece mi sürdürdüler.


Masonluğu kurup, Avrupa'dan dışlanan ırklarına yol açanlar da, Siyonizm'in önderleridir. Saraydan padişahı Ali Süavi adlı dönmeye kaçırtmak isteyenler de onlardı. Osmanlı'da İlk sahte para basarak vurgunlar elde edenler de. İlk borsayı İstanbul'da kuranlar ve Osmanlı devletine rüşveti yerleştirenler ve ilk devlete borç verenler de onlardır.


Birileri bizi kurdular, kurguladılar. Sonra yine kurgulamalara ve oynamalara ve oyalamalara devam ediyorlar. Bunlar bize zoru gösterip, olmayacak hülyalarla uyutmaya devam etmek istiyorlar. Bizi kurgulayanlar, dünyayı kurguluyor. İçimizde ki ihanetin bir kısmı olan Ergenekon ortaya çıkarken, başka bir yerden daha kuvvetli bizi kuşatmanın peşine girmişler demektir.


Unutmayalım ki; üzerinde en fazla oyunlar oynanan ülke Türkiye'dir. Büyüklüğü hissettirmeyen komplekslerden ve bizi güdümüne ve tezgahına alacak oyunları sezmeli ve kaçınmalıyız. Tek hedefimiz ülkemizin her yönden güçlenmesi olmalıdır.


Bu sefer, teslimiyetçilik yapmayalım. Boğazların sahibi biziz. Bize kimse sahip değil, ruhsal zincirleri kırmalıyız. Amerika'nın güdümünde, İsrail'in dümen suyunda olmamalıyız.

19 Ağustos 2008 Salı

Fethullahçı, Nurcu, yalaka, hırsız, tacizci, bölücü... İşte Ergenekon'un fişlemeleri!

Fethullahçı, Nurcu, yalaka, hırsız, tacizci, bölücü...
Ergenekon iddianamesinin ek dosyaları arasında yer alan, zanlı Ergun Poyraz tarafından hazırlandığı belirlenen bir listede emniyet müdürlerinin de fişlendiği ortaya çıktı. 2003'teki emniyet müdürleri kararnamesinden sonra yapıldığı belirlenen fişlerde, 47 ilin emniyet müdürleri ve mülkiye müfettişlerinin siyasi ve dini görüşleri ile etnik kökenleri hakkında bilgiler yer alıyor. Fişlenen isimler için "Fetullahçı", "Alevi", "menfaatine düşkün", "tacizci", "rüşvetçi", "hırsız", "yalaka" gibi nitelemeler kullanılmış.
Ahmet Şık
http://www.medyakronik.com/haber/1010/

Gizli örgüt Ergenekon'un yasal örgüte tahammülü yok
TBB, ÇGD, TTB, ÇHD, TİHV gibi kurumlar ile bazı siyasi partiler ve sendikaların da bulunduğu fişleme listelerindeki sivil toplum örgütleri yıkıcı ve bölücü örgütlere destek vermekle suçlanıyor. Savcılık belgeyle ilgili bilgi isteyince Genelkurmay şu cevabı vermiş: "Bilgiler devletin güvenliği, iç ve dış siyasal yararları bakımından gizli kalmalı."
Ahmet Şık
http://www.medyakronik.com/haber/1008/

Osetya krizi benim işime yaradı, aptalın teki olduğumu anladım
Yanıbaşınızda patlamaya hazır bir bölge var ve siz buradaki sorunları bir ülkeyi silahlandırarak çözmeye çalışıyorsunuz. Gittikçe palazlanan Rusya'nın buna birgün tepki vereceğini kestiremiyorsunuz. Daha da önemlisi Abhazya ve Güney Osetya'nın ilelebet Gürcistan'dan koptuğunu anlayamıyorsunuz ve bütün bunlara rağmen arabuluculuğa soyunuyorsunuz.
Mustafa Alp Dağıstanlı
http://www.medyakronik.com/haber/1011/

İstanbul'a Ahmedinecad eziyetinin resmidir
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad'ın resmi ziyareti İstanbul'u, kent halkı hapishaneye dönüştürdü. Validen başbakana kadar hemen tüm yöneticilerin dilinden düşürmediği "dünya kenti" efsanesi de yine tuz buz oldu. Bu durum İstanbul'un gerçekte bir dünya kenti olmamasından değil, yöneticilerin o kenti yönetecek kapasiteye sahip olmamasından kaynaklanıyor.
Güventürk Görgülü
http://www.medyakronik.com/haber/1009/

Birgün de sansürcü çıktı!
Taraf Gazetesi'nin Ezilenlerin Sosyalist Platformu'nun ilanına müdahale etmesi ve Medyakronik'in bunu duyurmasının ardından, yeni sansür iddialarının ardı arkası kesilmiyor. Birgün gazetesinin Gökhan Gençay, Ümit Bayazoğlu ve Cemil Ertem'in yazılarına sansür uyguladığı konuşuluyor birkaç gündür. Gazetenin Yazıişleri Müdürü Ahmet Tulgar, bu iddiaları Medyakronik'te cevapladı.
Mustafa Kuleli
http://www.medyakronik.com/haber/1007/

Görüşmeler Sabah, ATV ve dergi grubu için sürdürülüyor
TGS Genel Başkanı Ercan İpekçi, ATV, Sabah ve dergi grubunun tek bir şirkette toplandığını, toplu görüşmelerin tek işyeri için sürdürüldüğünü ve herkesi kapsadığını açıkladı. Çalışanları sendikadan istifaya zorlayan kişilerle ilgili suç duyurusu ve Sabah'a işyeri temsilcisi atanması konusunda ise TGS'nin çalışmaları devam ediyor.
Güventürk Görgülü
http://www.medyakronik.com/haber/1004/

Açık Hava Paramparça
Öyle sanıyorum ki Teoman'ın dün gece Harbiye'de filarmoni orkestrasıyla sergilediği performans, Türkiye'de bir ilkti. Çünkü Teoman müziğini tümüyle klasik müzik enstrümanlarına emanet etti. Elinde gitarı ve sigarası olmayınca zorlanmadığını söylemek yalan olur. Belki de o yüzden daha ilk parçada smokinin düğmesini kopardı.
Gökhan Tan
http://www.medyakronik.com/haber/1012/

Vakit'in ulaştığı şok belgeye bak!

Vakit Gazetesi, Ergenekon terör örgütü davasının tutuksuz sanığı emekli Tuğamiral İlker Güven'in, hem de "Üstad" seviyesinde bir mason olduğunu gösteren belgeye ulaştı. Peki, bu belgelerde ne tür bilgiler var?
Tutuklu emekli Orgeneral Şener Eruygur'un yardımcısı İlker Güven, geçtiğimiz ay Ergenekon terör örgütü soruşturması kapsamında gözaltına alınmış, sorgusunun ardından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.

1996'DA ÜSTAD OLMUŞ

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin çeşitli kademelerinde önemli görevler üstlenen ve 2004 yılında Tuğamiral rütbesiyle ordudan emekli olan İlker Güven, tam 12 yıl önce, yani 1996'da "Mason Üstadı" olmuş. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Türkiye Büyük Locası'na üyeliği önceki yıllara dayanan Güven, "Çıraklık" ve "Kalfalık" dönemlerinin ardından 16 Ekim 1996 tarihli bu diploma ile masonlukta en üst seviye olan "Üstad"lığa yükselmiş.

Diplomada şu ifadeler yer alıyor:

"HÜR VE KABUL EDİLMİŞ MASONLAR BÜYÜK LOCASI TÜRKİYE

Bu levhamıza bilgi edinen herkese selam ve sevgiler.
Türkiye Büyük Locasına mensup İstanbul vadisinde 124 numaralı Güney muhterem locasının üstadı muhterem ve vazifelilerin Büyük Locamıza vermiş oldukları belgelere dayanarak işbu diplomanın hamili olan: İlker Güven üstadın çıraklığa kabul edildikten sonra kalfalık ve en son ve âli derece olan Üstadlık derecelerini ihraz ve iktisap etmiş olduğunu beyan ederiz. Keyfiyeti tasdikan, işbu üstadlık diploması Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Türkiye Büyük Locası mührü ile mühürlenmiş ve doğruluk ve aidiyetini tevsik için ismi geçen kardeşe de imza ettirilmiştir. İşbu diploma İstanbul'da Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Türkiye Büyük Locası merkezinde, 1996 senesi (5996 1. senesi) Ekim ayının 16. günü tanzim ve imza olunmuştur.
Büyük Sekreter Önder Öztürel."

BÜYÜK SEKRETER, DİNÇ BİLGİN'İN AVUKATI

İlker Güven Paşa'nın "Mason Üstadı" diplomasının altında bağlı bulunduğu Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası'nın Büyük Sekreteri Önder Öztürel'in de imzası bulunuyor. Bu tarihten sonra Locaya Büyük Üstad olmak için aday da olan Önder Öztürel, ünlü bir ceza avukatı olarak da tanınıyor. Mason Öztürel, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na devredilen Etibank'ın hortumlanması davasından yargılanan Dinç Bilgin'in ve el konulan Bankkapital'i zarara uğratmaktan yargılanan iş adamı Mahmut Ceylan'ın avukatlığını yapıyor.

ÇÖMEZ İLİŞKİSİ

İstanbul Barosu avukatlarından olan Mason Önder Öztürel, Türk Ceza Hukuku Derneği'nin de Yönetim Kurulu üyesi. Bu dernek Ergenekon soruşturmasına karşı duruşu ile biliniyor. Derneğin Kurucu Genel Sekreter Yardımcısı olan ünlü avukat Yağız Ali Dağlı, Ergenekon davası kapsamında hakkında tutuklama emri çıkartılan eski AK Parti milletvekili Turhan Çömez'le yeni bir parti hazırlığı içinde olmasıyla gündeme gelmişti. Yeni partinin tüzük hazırlığının Çömez ve Dağlı önderliğinde Türk Ceza Hukuku Derneği'nde yürütüldüğü basında yer almıştı.

VAKİT

“Kişi putlaştırması yıkım getirdi” (Sevan Nişanyan)

20080626_derin_dusunce_org_damal.jpgRöportaj: Neşe Düzel

"Atatürk, mutlak iktidarı terk edebilirdi, ama etmedi. Memlekette her meydana heykelini diktirme işiyle şahsen ilgilendi. Bu putlaştırma hâlâ süren bir 'kültürel-siyasi' yıkım getirdi."

* * *

"Cumhuriyet, 'gerçek laikliği' getirmedi.  Bizde laiklik tasfiye hareketiydi. Dinin, devletin mutlak gücünü kısıtlama potansiyeli 'laiklikle' yok edilmek istendi. Çünkü amaç laiklik değil, mutlak iktidardı."

"Emperyalizme karşı savaştığımız yönünde hayret verici görüşü, 1960′larda Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli icat etti. Aslında Kurtuluş Savaşı, Türkiye-Yunanistan savaşıdır. İki ülke arasında büyük bir savaş yaşandı."

* * *

"Cumhuriyet diktatörlüğün kod adıdır. Cumhuriyete demokrasi için değil, şahıs diktatörlüğü için geçildi."

* * *

"Atatürk milliyetçiliği 1920′ler faşizmidir. Kurtuluş Savaşı'nda ise İslami cihat üzerinden hareket etti bu milliyetçilik."

* * *

"Kurtuluş Savaşı, Sevr'e tepki değildir. Sevr, Kurtuluş Savaşı'na bir tepkidir. Sevr, Meclis açıldıktan sonra yapıldı."

* * *

"1918′de kadınlar tesettürü bıraktı. Ankara bu değişime inanılmaz bir taassupla karşı çıktı. Tesettürü savundu."

NEDEN? SEVAN NİŞANYAN

Türkiye hiç bitmeyen çalkantılarının en ağırlarından birini yaşıyor gene. Bütün bu sarsıntıların, çektiği sancıların köklerinin yakın tarihe uzandığını görüyoruz. Seksen yıllık Cumhuriyet'e rağmen, Türkiye sanki hâlâ 1900′lerin başının İttihatçı Osmanlı'sında yaşıyor. Cumhuriyet'in, İttihatçılık geleneğini değiştirememesi, yeni bir devlet, siyaset ve ahlak getirememesi, toplumu geçmişinin içine hapsetti. Peki, Osmanlı'nın son yüzyılında ve İttihatçılar zamanında neler yaşanıyordu? Cumhuriyet bu İttihatçılardan neleri miras aldı? Batılılaşma neydi? İttihatçılık, Cumhuriyet'in zihniyetini nasıl etkiledi? Atatürk'ün İttihatçılarla ilişkisi nasıl sürdü? Türkiye Cumhuriyeti'nin niteliği neydi? Atatürk'ün liderliği nasıldı? Neden demokrasi ve hukuk cumhuriyetin bir parçası olamadı? Tek Parti döneminde nasıl yönetildik? Bütün bunları araştırmacı-yazar Sevan Nişanyan'la konuştuk. Amerika'da Yale Üniversitesi'nde felsefe okuyan, Columbia'da siyaset bilimi masterı yapan Sevan Nişanyan'ın son olarak Yanlış Cumhuriyet isimli kitabı yayımlandı.

* * *

NEŞE DÜZEL: Yeni bir kitabınız çıktı. Yakın tarihle ilgili bildiklerimizin neredeyse tümünü sarsan iddialarınız var. Siz Osmanlı'nın son yüzyılının bir gerileme ve çöküş dönemi olduğunu kabul etmiyorsunuz. Sizce Osmanlı'nın son yüzyılını nasıl tarif etmek gerekir?

SEVAN NİŞANYAN: Türkiye'de bugün hâlâ yaşayan reformların yüzde 80-90′ı Osmanlı'nın 1830′lardan sonraki döneminde yapıldı. Batı'nın sadece kurumları değil, kültürel davranışları da benimsendi bu dönemde. Tiyatro ve resim hayata girdi. Kadın haklarında radikal reformlar oldu. Şaşırtıcı bir gerçektir ki, Türkiye'de kız lisesi Fransa'daki ilk kız lisesiyle aynı tarihte açıldı. Bu ülkede, 1920-1950 arasında Batılılaşma durakladı.

Atatürk döneminde mi durakladı?

Evet. Batılılaşma, 1923-50 arasındaki Tek Parti Dönemi'nde durakladı. Toplumun Batı'ya yaklaşımında, Batı'yla ve oradaki fikir akımlarıyla ilişkisinde ise radikal bir gerileme oldu. Gerçi Medeni Kanun'un kabulü Batı'yla bütünleşmede adımdır ama, Türk hukukunun Batı'dan tercümelerle reforme edilmesi Tazimat'la başladı.

Osmanlı yarı teokratik bir devletti. Cumhuriyet'le teokratik olmayan bir devlete geçildi. Bu, Batılılaşma yolunda bir adım değil midir?

Bu teokratiklik konusunu ciddiye almıyorum. Çünkü Osmanlı devleti öteden beri örfî, askerî bir devlet oldu. Osmanlı pragmatik bir mantıkla yönetildi. Bakın… 1918′den itibaren Batı ülkelerinde kadınların toplumdaki rolüyle ilgili bir patlama oldu. Bizde bu değişim önce İstanbul'da yaşandı. 1918-21 yıllarında kadınlar birden bire tesettürü bıraktı. Ankara ise buna inanılmaz bir taassupla karşı çıktı. Ankara 1920, 1921 ve 1922 yıllarında tesettürü savundu. Ve 1922′de Ankara rejimi tüm ülkeye hâkim olduğunda, kadın haklarına ve giyimine ilişkin oldubittilerle karşılaştı. Atatürk, bu yeni döneme büyük bir esneklikle ve hızla intibak etmeyi başardı.

Siz, cumhuriyetin ilk 20, 30 yılının da taşraya çöküş getirdiğini söylüyorsunuz. Nasıl bir çöküşten söz ediyorsunuz?

19. yüzyılın ikinci yarısında Şemdinli'den Edirne'ye bu memlekette çok zevkli bir sivil mimari doğmuştu. Güzel evler, banka binaları, saat kuleleri, camiler, kiliseler yapıldı. 1920-1950 arasında ise taşrada sadece eciş bücüş sefil bürokrat evleri yapıldı. Bu toplum sanki cilalı taş devrinden çıkıyormuş gibi bina yapmayı ve şehir yaşamını 1950′lerden sonra sıfırdan öğrendi.

Bunda Türkiye'nin Türkleştirilmesinin ve Müslümanlaştırılmasının payı yok mu?

Hiç şüphesiz. Enkaz edebiyatı yapılmamalı. Almanya 1950′de tekrar Avrupa'nın en zengini oldu ama bizimkiler başaramadı. Gayrimüslim esnaf ve zanaatkârın nüfustan eksiltilmesi, Türkiye'nin bugün dahi altından kalkamadığı bir yıkıntı bıraktı. Bakın… 1915′te Van'ın yarısı Kürt değil Türkmüş. Eğer yapı ustasını, gazete yayıncısını, bankacısını, manifaturacısını yok ederseniz, medeni şehir yaşamının alt yapısını kaldırırsanız, orta ve üst sınıf Türklerin de yaşama koşulları ortadan kalkar. Nitekim bunlar Ankara'ya göçtüler ve geride bir enkaz kaldı. Anadolu'nun çöküşü budur işte!

Sizin Atatürk ile ilgili de sarsıcı iddialarınız var. Atatürk'ün liderliğini nasıl tanımlarsınız?

Olağanüstü cesur, yaratıcı, zeki bir şahsiyet. Fakat ne yazık ki bu deha ve güçlü kişilik ardında çok olumlu bir performans bırakmadı. Atatürk mutlak iktidarı terk edebilirdi, etmedi. Orta ve üst kadroların büyük bölümünü şahsi ağırlığı altında ezdi, yok etti. Ülke, siyasi kadro azlığıyla karşılaştı. Ayrıca şahıs putlaştırılmasına dayanan kült, Türkiye'ye bugün bile altından kalkamadığı bir manevi, kültürel ve siyasal yıkım getirdi. Mustafa Kemal, 1926′dan itibaren memleketin her meydanına kendi heykelini diktirme işiyle şahsen ilgilendi. Şehir meydanlarına kendi heykelini diktiren ilk cumhuriyet lideri olmak gibi ilginç bir özelliğe sahip oldu dünya tarihinde.

1920-30 arasında kurulan birçok otoriter rejim yıkılırken Atatürk'ün hâlâ saygınlığını ve etkisini korumasını nasıl açıklıyorsunuz peki?

1946-50 arasında yapılmış bir mutabakatla açıklıyorum. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı ertesinde demokrasiye bir mutabakat yaparak geçti. Demokrat Parti ile CHP arasındaki uzlaşmaya göre, Tek Parti Dönemi'nin uygulamaları sorgulanmayacak, devri sabık yaratılmayacak ve belirli şeyler yüceltilecek, kutsallaştırılacaktı. O tarihte, Türkiye'de demokrasiye geçişin esas yönlendiricisi ABD'ydi ve dönüşümün gemiyi fazla sallamadan yapılması kanaatindeydi. Türkiye 1920′ler, 1930′lar totalitarizmini gömmek için 1940′larda ve 50′lerde bir hesaplaşma yapamadı. Portekiz, İspanya, Yunanistan 1970′lerde geçmişleriyle hesaplaştılar, Türkiye hala hesaplaşmadı.

Din konusunda Kemalist devrimin Sovyetler'e yakın radikallikte olduğunu söylüyorsunuz. Niye böyle düşünüyorsunuz?

1920′lerin ve 30′ların dünyasında, 'diktatörlük rejimi' pek çok ülkeye hâkim oldu. Bunların din kurumuna yaklaşımları farklılık gösterdi. İtalya'daki faşist model Katolik kilisesini bir müttefik olarak gördü. Alman Nazizmi, din kurumunu siyasetin kenarına itti. Sovyet modeli ise dini yok etmek istedi. Türkiye dini tamamen yok etmedi ama dinin kurumsal alt yapısını (tarikatlar, medreseler, vakıflar) çökertmeyi denedi. Dini devlet baskısı altında dar bir alana hapsetmeye, Arapça eğitimini ve eski yazıyı kaldırarak, Kuran'ın referanslarını toplumdan silmeye çalıştı. Böylece toplum devletin onayladığı tercümelerle yetinecekti.

Atatürk'ün kurduğu CHP'nin ilkeleri arasında demokrasi yok. Sizce demokrasi Atatürk'ün daha sonraki hedeflerinden biri miydi?

Hayır. Öyle olsaydı, bunun bir izi olurdu. Fazla güçlenmiş olan İnönü'ye karşı, İnönü'yü sevmeyen kişilerden oluşan göstermelik bir muhalefet partisi olan Serbest Fırka kurduruldu 1930′da. Ama üç ayda halk öyle ilgi gösterdi ki bu partiye, iş, bütün rejimi çökertecek bir alt üst oluşa dönüştü ve parti kapatıldı. Atatürk iktidar olduktan ve diktatörlüğünü kurduktan sonra, tüm söylev ve demeçleri külliyesinde, ki binlerce sayfalık metinlerin hepsini okudum, demokrasi kelimesi sadece altı yerde geçer. İkisi, yabancı basına verdiği demeçtedir. Diğer dördü de 'demokrasi iyi ama' türü cümlelerdir. Türkiye'de demokrasi 1923′te başlamadı, aksine kesintiye uğradı.

Anlamadım…

1923′te kurulan rejim demokrasi değildir. Bakın… 1876′da Birinci Meşrutiyet'le Meclis açıldı. Serbest tartışmalar ve mebus seçimleri yapıldı. 1908′den itibaren de siyasi partiler kuruldu, 1908,1912 ve 1913′te seçimler yapıldı. Cumhuriyet ise demokrasiyi kesintiye uğrattı. 1923′teki İkinci Meclis seçimlerinde milletvekili listelerini Cumhurbaşkanı iki kişinin yardımıyla şahsen hazırladı ve seçime sadece bir liste girdi. 1946′ya kadar ki dört seçimde de aynı şey yaşandı. Bırakın demokrasiyi… Bir toplumda demokrasiden daha derin bazı siyasi değerler vardır. Mesela… Kul kültürü, yani biat kültürü toplumda azalıyor mu artıyor mu? Toplumsal yapı, devletin tecavüzlerine karşı bir bel kemiğine kavuşuyor mu? Toplumun adalet anlayışı gelişiyor mu? Tek parti dönemi bu açılardan bir felaket oldu.

Atatürk'ün Padişah Vahdettin'le ilişkisi hep sorgulanır. Sizin görüşünüz ne bu konuda?

Aralarındaki büyük yakınlaşma, Vahdettin veliahtken gerçekleşti. Mustafa Kemal'in beklentiler içinde bulunduğu ve Enver'le arasının bozuk olduğu biliniyordu. Mustafa Kemal, kasım 1918- mayıs 1919 arasında İstanbul'da çok yönlü temaslarda bulundu ve Vahdettin tarafından, Anadolu'da askerî diktatörlük kurma anlamına gelen, Osmanlı tarihinde görüşmemiş yetkilerle donatılarak genel müfettiş sıfatıyla Anadolu'ya gönderildi. Bandırma vapuruyla İngilizlerden kaçtı falan, bunlar yalandır.

Atatürk'ün Enver paşayla ilişkisi nasıldı?

Aralarında derin bir rekabet ve çekememezlik vardı. Enver Paşa'yla yaşıttı ve aynı çevrelerden geliyordu. Enver Paşa genç yaşta fiilen diktatör olmuştu. Belki de 1916-1917 yıllarında kurulması tasarlanan bir cumhuriyetin lideri olmuştu.

Enver, cumhuriyet kurmayı düşündü mü?

Evet. O döneme ait bilgilerde var bu. Enver'in cumhuriyet kurmayı tasarladığı, meşrutiyete son verip kendi şahsi diktatörlüğünü ilan etmek istediği ama Talat Paşa'nın buna engel olduğu anlatılır. Unutmayın ki 1910′ların dünyasında cumhuriyet kelimesi diktatörlüğün kod adıdır.

Bu durumda bizde cumhuriyet, padişahlıktan diktatörlüğe geçiş miydi?

Evet. Sadece Türkiye'de değil. Macaristan, Rusya, İspanya'da böyledir. Kurulu bir düzenin ve kurumsal dengelerin temsilcisi olan 'meşruti monark'ı devirip, onun yerine hiç kimseye karşı sorumlu olmayan tek bir sivil şahsın geçmesi ve tüm yetkileri elinde toplamasıydı cumhuriyet. 1910′lar dünyasında cumhuriyet, demokrasiye doğru atılmış bir adım değildi. Şahıs diktatörlüğüne atılmış bir adımdı. Zaten en demokratik ülkelerin çoğu cumhuriyet değildir.

Siz Falih Rıfkı'ya dayanarak, Atatürk'ün Enver Paşa'yı devirmeye hazırlanan Cemal Paşa'ya katıldığını söylüyorsunuz. Atatürk, Enver'i devirmek mi istiyordu?

Çoğu yazar bunu yazdı. 1916 ve 1917′de bir dizi darbe teşebbüsünün yapıldığına dair ipuçları var. Mesela Yakup Cemil darbesi… Yakup Cemil yakalanıp idam edildi fakat evraklarında, darbeden sonra oluşturulacak hükümetin önderliğine M. Kemal'in getirileceğine dair belgeler bulundu. Arıca M. Kemal de anılarında söz ediyor. Suriye'de bulunan Cemal Paşa'nın hükümeti devirmeye ve Alman ittifakını bitirmeye dönük girişimlerinin olduğunu fakat sonra korktuğu için vazgeçtiğini anlatıyor.

Cumhuriyetin dünyayla ilişkisine de farklı bakıyorsunuz. Batılıların o dönemde Türkiye'yi bölme amacının olmadığı kanaatinde misiniz?

Evet. Osmanlı İmparatorluğu'na son vermekte kararlıydılar ama Türk nüfusun çoğunluk olduğu her yerde bir Türk egemenliğinin kurulmasını istiyorlardı. İmparatorluğun Türk nüfusa sahip olmayan yerlerini, tüm Arabistan'ı ve belki de Kuzeydoğu'da ve Güneydoğu'da bazı toprakları ayırmayı düşündüler. Yani Ermenistan sınırını, Kürtleri ve Batı'daki Rumları ne yapacaklarını bilemediler. Bugünkü bakış açısından bakarsanız bu bölmektir ama o gün için bölmek değildir. Türk nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde bütünlüklü bir devlet oluşturma niyetindeydiler. ABD ve İngiltere, Türkiye'de demir leblebi gibi bir rejimin bulunmasının dünya dengeleri açısından doğru olacağı kanaatindeydiler. Osmanlı gibi istikrarsız bir yapı istemiyorlardı.

Cumhuriyetin Batı uygarlığıyla ilişkisi nedir?

İkirciklidir. Biz İkinci Mahmut'tan beri bir yandan 'Batı'ya mecburuz' diyoruz, diğer yandan da 'Batı düşmandır, emperyalisttir, kâfirdir, bizi sömürür' diye düşünüyoruz. Cumhuriyetin bilinçaltında yatan derin bir yaranın ifadesidir bunlar. Ziya Gökalp'lerden, Ömer Seyfettin'lerden beslenen bir ırkçılık ve gâvur düşmanlığı kültürüyle biz bir yandan düşmanız Batı'ya… Bir yandan da gıptayla, kıskançlıkla bakıyoruz ona. 1920′lerden beri böyle acayip bir zihniyetin makasına sıkıştı Türkiye.

Sizce harf devrimin sonuçları kötü mü oldu?

Microsoft çağında Latin alfabesi kullanmak büyük nimet ama… Bunun Türkiye'de okuryazarlığı artırdığı doğru değil. İbrani yazısını kullanan İsrail'de okuryazarlık Türkiye'den daha yüksek. Harf devriminde amaç, Batılılaşmak değil, eski yazıyı yasaklayarak Türkiye'nin geçmişiyle bağlarını koparmaktır. Bu ülkenin dokuz yüz yıllık kültürel geçmişiyle bağları, halka on beş gün süre verilerek tek bir hamlede koparıldı ve sıfırdan başlayan bir toplum haline getirildi. Elli sene boyunca üniversite dahil hiçbir yerde insanlara eski yazı öğretilmedi. Bir toplumun kendi geçmişi hakkında tam ve mutlak bir cehalete indirgenmesidir bu.

Türkiye diğer İslam ülkelerine kıyasla birçok açıdan çok gelişmiş. Bunda Atatürk'ün ve Kemalizm'in hiç rolü yok mu?

Sanmıyorum. Türkiye 14. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının en gelişmiş, en güçlü ve Batı'ya en yakın en ülkesi oldu.

Siz laikliğin aslında bir tasfiye hareketi olduğunu da iddia ediyorsunuz. Niye?

Cumhuriyet'in laiklik politikası gerçek bir laikliği gerçekleştirmedi. Dinin, devlete karşı nispi özerkliğini ve devletin mutlak gücünü kısıtlayabilme potansiyelini yok etmekten ibaret oldu. Çünkü amaç laiklik değildi. Amaç mutlak iktidardı. Yani iktidarı kimseyle paylaşmamaktı. Amaç, cumhuriyeti kuran şahısların iktidarıydı.

Biz Batı uygarlığının değerlerine bir türlü ulaşamadık. Sizce bunun sebebi ne?

Esas hata 1946-50′de yapılan Kemalizmi yüceltme mutabakatıydı. 1920′lerde dünyada rüzgârlar totaliterlik ve diktatörlük yönünde esiyordu. Ama 1945-46′da bu ülkenin önünde bir fırsat kapısı açıldı. Çünkü dünyada demokrasi rüzgârları esmeye başladı. Ama Türkiye 'Benim totaliter geçmişim yücedir, tartışılamaz' dedi. Oysa diktatörlüğü reddetmeden demokrasiye geçmek mümkün değildir. Nitekim Tek Parti Dönemi'nin ruhu darbelerle hep geri geldi. İttihatçı totaliter ruhtan kurtulamıyoruz.

Atatürk milliyetçiliğini nasıl tarif edersiniz?

Atatürk milliyetçiliği Kurtuluş Savaşı yıllarında İslami cihat anlayışı üzerinden hareket etti. 1924′te ise İslam unsurunu çıkardılar ve yerine 'vatan millet Sakarya' diye bir siyasi amentü kurdular. Bu amentü, 'Kurtuluş Savaşı, Atatürk, 29 Ekim, halifenin kovulması, düşmanın denize dökülmesi' gibi bir dizi semboldür. Bu amentüyü kutsayana vatandaş, kutsamayana vatan haini dediler. Atatürk milliyetçiliği denen ve çok modern, çağdaş ve sol zannedilen şeyin özü, en klasik anlamıyla 1920′ler faşizmidir. İtalya'da 1920′deki rejim bu ideoloji üzerine kuruldu. Vatandaşlık haklarını bir siyasi amentüye bağlama düşüncesi çok tehlikelidir. Çünkü bu siyasi amentüye boyun eğmeyeceğine dair en ufak kuşku duyulan kişi vatan hainidir, Gayrimüslimlerin kovulmasının, mülklerine el konulmasının temelinde Atatürk milliyetçiliği yatar. 1930′larda bu Atatürk milliyetçiliğinin üstüne bir de Türk ırkçılığı eklendi.

Kemalizm'in, Orta Asya'dan yayılan Türk ırkının üstünlüğüne inandığını mı düşünüyorsunuz?

İtalyan rüzgârının estiği 1920′lerde Ankara'nın söyleminde Orta Asya'nın adı geçmez. 1930′larda Alman rüzgârı eser ve Atatürk kendini olağanüstü bir şevkle, Orta Asya'dan tüm dünyaya egemen olmuş atalarımız efsanesine adadı. Tüm dünya dillerinin Türklerden türediği, dünyaya medeniyeti Türklerin götürdüğü söylendi.

Türklerin Orta Asya'dan geldiği görüşünü paylaşmıyorsunuz. Türkler kim sizce?

Eskiden Anadolu ve Rumeli'de oturan Türkçe konuşan ve Müslüman olan insanlar Türk sayılırdı. Hâlâ halk arasında geçerli olan tanım budur. Cumhuriyet döneminde Türk kavramıyla radikal olarak oynandı. Dinî içerik çıkarılıp yeri siyasi bir içerikle dolduruldu. Ama bu tutmadı. Orta Asya diye bir şey buna yamanmaya çalışıldı. Tarihle ilgilenen herkes bilir ki, Türkiye'nin bugünkü etnik kompozisyonunda Orta Asya unsurunun payı yüzde 10-15′tir. Anadolu'da yerli bir halk vardı.

Peki… Kurtuluş Savaşı'nda dünyanın en güçlü ülkeleriyle savaştığımız görüşüne katılmıyor musunuz?

Emperyalizme karşı savaştığımız yönünde hayret verici görüşü, 1960′larda Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli icat etti. Kurtuluş Savaşı, Türkiye Yunanistan savaşıdır. İkisi arasında büyük bir savaş yaşandı.

Kurtuluş savaşı olmasaydı bağımsızlığımızı kaybetmez miydik sizce?

Bir süre için kaybederdik ama 1918′de Amerika, İngiltere ve Fransa Türkiye'de sağlam bir devletin oluşmasını talep ediyorlar. Türkiye o tarihte yıkılmış ve ekonomik olarak tükenmiş olduğu için, bazı reformlar gerçekleşinceye dek bir vesayet altında tutulmasını da savunuyorlar. Bakın… 1945′ten sonra uygulanan modelin ta kendisidir bu. 1946′da Marshall Planı ve NATO'yla Türkiye Amerikan mandasına girdi. 1918′de konuşulan da farklı değil. Bir reform hükümeti kurulacak ve ülke belki 20 yıl Amerikan mandası altında bulundurulacak ve sağlam modern bir devletin oluşması sağlanacak. 'Türkiye'nin maliye iradesine, ordusunu sağlamlaştırmaya, kara ve deniz yoluna ihtiyacı var' diyorlar. 1918 ve 1919′da bu gündemdedir. Sevr gündemde değildir. Sevr de Türkiye'yi bölmez ya…

Nasıl bölmez?

Sevr'in maddelerinin büyük kısmı, Türkiye'nin üçlü bir uluslararası idare altına sokulmasıyla ilgilidir. Sevr, hükümranlığı Türklerden alır. Bir şeye dikkat etmek lazım. Kurtuluş Savaşı, Sevr'e bir tepki değildir. Sevr, Kurtuluş Savaşı'na bir tepkidir. Ankara'da Millet Meclisi açıldıktan bir ay sonra Sevr Anlaşması gündeme geldi.

Siz hepimizin bildiklerinin tersini söylüyorsunuz. Bu iddialarınız için hangi kaynaklara bakmanız gerekti? O kitaplar bugün yasak mı?

Değil. Sadece Atatürk'ün kendi yazdıklarını bir Japon turistin bakış açısıyla, onu ne yücelterek ne de küçülterek okursanız her şey ortadadır zaten…

Kaynak: TARAF 23.06.2008

Kemalist Tereke ve Sol Miras

Kemalizm, Türk Solu, Türk faşizmi, Ulus-Devlet

20080808_derin_dusunce_org_kemalizm_sol_miras.jpgYazar : Sever Işık

Kemalizm, işlevselliği ve etkinliği itibari ile Türkiye'deki siyasal hayatın ve zihniyetin adeta "logos spermatikos"u / "dölleyici söz"ü konumundadır. Modern Türk siyasal aklını/rahmini dölleyen Kemalizm, bu muhayyile içinde salt "gelip-geçici bir ara dönem"den daha fazlası bir "şey"i ifade eder.

Tüm eksiklerine rağmen Türk modernleşmesinin-batılılaşmasının köktenci tarzı olarak Kemalist akide/ideoloji, kendisinden sonra vücuda gelen tüm politik güzergahların "genetik kodlar"ını içinde mündemiç olan "dölleyici söz" olarak konumlandırıldığında, günümüzü anlamlandırmak için bir anlamlı bir temel teşkil edebilir.

Burada Kemalizm, geçmişe doğru teşmil edilerek kendisinden önce başlayan modernleşme sürecinin tarihsel açımlanmasının radikal ve muzaffer noktası olarak nitelenebilir. Yani biz burada Kemalizmi Türk-ulus modernleşmesinin ifadesi olarak algılıyoruz. Periferideki bir modernleşme tarzı olarak Kemalizm oryantalist içeriğiyle, ister bir arzu ister bir icbar sonucu olsun, tevellüd ettiği günden beri egemen tarihsel dünya-sisteminin yolunu tıkayan iradeyi, ve bu "irade"yi ayakta tutan, sendeleme, tökezleme anında onu "tahkim ve takviye" eden değerleri altetmeyi görev olarak üstlenmiştir.

Bu kopuş içerisinde "yeni nesil" yaratmayı "kutsal bir vazife" telakki etmiştir. "Zorunlu değişim projesi ve seferberliği" olan Kemalist modernleşme "Haluk"larını cumhuriyetten önce yetiştirmeye ve devşirmeye başladı. Bugünden, bulunduğumuz yerden başımızı geriye çevirip baktığımızda ki eğer bir baş sahibi isek, Kemalizmin total bir "hegemonya" üretememesine rağmen, tarihsel görevini başarı ile ifa ettiği gerçeğini, kendisine tevdi edilen "vazifeye nezaret etme görevi"nin hakkından geldiğini, bu "göz kulak olma", "kol kanat germe" vazifesinin haşmetini cumhuriyet tarihinin tüm politik güzergahlarında, siyasal yelpazesinde görürüz.

Türkiye'deki politik güzergahları Kemalizmin bir "modu/kipi" olarak
okuduğumuzda siyasi yelpazeyi koşullandıran, "dip dalgaları"nı
yakalamak mümkün. Buradan başlanarak gerçekliğin üzerini örten
"politik illüzyonlar"ı bir yana bıraktığımızda görünürde farklı
düşünce ve hayat tarzlarına sahip olma iddiasında olan, birbirine
düşman görünen sol ve sağ zihniyetin birbirine ne kadar yakın
"karındaşlar" olduğunu görürüz.

Bu derindeki Kemalist dip dalgaları,muhalif görünen tüm cephelerin buluşma noktalarını gösterir. Buradan bakıldığında muhalif görünen söylemlerin görünürdeki düşmanları ve
merkez ile nasıl "iş tutuklarını" görebilir, onları cürüm-ü meşhut durumunda yakalayabiliriz.

Hegelyen bir tasavvurla Türk modernleşmesinin son noktası, "tarihinin
sonu" olarak nitelenmesi mümkün olan Türk Devrimi ya da Kemalizm; bir
modernleşme ideolojisi olarak, dinin belirleyici olduğu "geleneksel"
toplumdan "modern" topluma geçişi amaçlıyor. Tüm Kemalist modernleşme
ameliyesinin nihai amacı laik "seküler bir ulus/cemaat" yaratmaktı;
diğer tüm faaliyetler bu amaca matuftu. "Laiklik" ve
"milliyetçilik/ulusalcılık" cumhuriyetin ideolojik ve eylemsel
çerçevesini oluşturdular.

Atatürkçülük el'an yaşadığımız topraklar üzerinde icra-i siyaset
eden söylemlerin/hareketlerinde başlıca "münşi" ve "banisi"dir.
Hem sağ hemde sol daha "sahih" bir Atatürk bilincine sahip olduklarını
iddia ederek onu "zimmetlerine geçirmeye" ve sembolik bir kapital olarakta
değerlendirmeye çalışmışlardır. Tüm sağ ve sol hareketlerin
dölleyicisi olan Kemalizm adeta bir "episteme", bir "paradigma" bir
"dil oyunu" olarak tüm siyasal dille ve alana nüfuz etmiştir.
İslamcılık dahil Türkiye'deki tüm muhalif olma iddiasındaki siyasal
projeler pratikte, modernleşeme projesi olarak Kemalizmi, kıyısından
köşesinden de olsa değişik oran ve yoğunlukta temellük etmişlerdir.

Kemalizmin sıkı dokunmuş bir ideolojik yapı olmadığından sağcılar,
solcular ve faşist milliyetçilikler, kapitalist liberaller Kemalist çatı
altında durabilmektedirler. Hem sol hem sağ versiyonları ile daima
konjoktürel olarak yorumlana gelmiştir. Solun güçlendiği 70′li yıllara
Kemalizmin milliyetçi yönü, Kürt muhalefettin yükseldiği 80′lerde ve
90'sanlarda ile üniter-ulus devletçi niteliği ön plana
çıkarılmıştır; İslamcı söylenin güçlendiği 90′lı yıllarda
beri ise sürekli laik oluşu ve aydınlanmacılığı vurgulanmaktadır.

II.

Cumhuriyet dönemi resmi söylemi hilaf-ı hakikat olarak kendisini, önceki
tarihten - Osmanlı İslam kültüründen- kesin epistemolojik bir
kopuş/paradigmal bir kırılma olarak vaaz eder: O "ilkel" olandan
dahiyane bir hamle ile "asri" olan geçiştir. Tarihsel bir perpektiften
baktığımızda Kemalizm adeta kendisini bir boşlukta temellendirmek
iddiasındadır. O ex nihilo/hudayinabit olarak varlık bulmuştur. Dolayısı
ile hiç kimseye "borçlu" değildir. "Borcun redd"i bugün
Türkiye'deki başlıca sorunların ve çatışmalarının esas
kaynağıdır.

Toplumun zaman/tarih, mekan/coğrafya, ve ben/var oluş bilincine müdahale
edilerek bu bahsettiğimiz bilinci sağlayan tüm İslami geleneksel değerler
tasfiye edilmeye ve yasaklanmaya çalışıldı. Geleneksel İslami yapı ve
kavrayışı tasfiye konusunda önemli aşamalar kaydedildi. Halkın kendisi
paranteze alındı. İlkel görülen geçmişe ait tüm kamusal görünümler
yok edilmeye/çağdaşlaştırılmaya; olmadığında ise reformize edilmeye
çalışıldı. Sonuçta "Az zamanda çok iş başarıldı".

İşte bu ameliyelerin gerekliliği üzerindeki ittifak Türkiye'de sol ile
Kemalizmin buluştuğu/uyuştuğu ve solun Kemalizme eklemlendiği, Kemalizmin
evinde ikamete başladığı noktadır. Bu ameliyelerin gerekliliği
konusundaki ittifak anlaşılmadan Türkiye'de sol ve bu solun yerleşik
iktidar ile ironik ve anakronik mahiyeti tam olarak anlaşılamaz ve analiz
edilemez. Çünkü sol Türkiye'de "özgürlükçü ve eşitlikçi"
olmaktan çok "totaliter ve aydınlanmacı"dır. Tabii ki bu aydınlanma
pozitivist karakterli olduğundan "akıl"dan çok "bilim/cilik"
merkezlidir. Çükü "hayatta en hakiki mürşit ilimdi". Aynı
düşüncenin siyasal açılımı devletin, bürokrasi ve aydınların merkezde
olduğu jakoben bir siyasal kültür ve bunun pratiği idi.

Sol, Kemalist inkılapları benimseyerek var oldu; zira solu varlığa
getirecek somut/maddi/ kapitalist üretim ilişkileri mevcut değildi. Kemalist
inkılaplar gericiliği ve dinselliği tasfiye ederek, sanayileşmeyi
sağlayarak sosyalizme giden yolu açabilir, böylece Marksist tarihsel
şemanın üzerinden atlanarak kısa yoldan sol bir dünya kurulabilirdi.
Veyahut kapitalizmin gelişmesi ile sınıflar ortaya çıkabilirdi. Ama
mutlaka Kemalist kazanımlar muhafaza edilmeli idi.

"Tarihsizlik" ve "geleneksizlik"le malul bir hareket olan solun bir
halkı olmadığından bir devlet/lu edinmeye çalıştı. Sol burada çözüm
olarak kendini iktidara eklemlemeye iktidar ise iktidar ise solu devşirmeye
çalıştı. . Bu ironi ve trajedi solu Kemalizmin sinesinde kendisine gelecek
aramaya; onun perspektifi ve ideallerini ödünç alamaya ve temellük etmeye
götürdü.

Batıda sağ ve sol'un önce yaslandıkları maddi zemin oluşmuş, sonra
sağ ve sol politika bu maddi gerçeklik üzerinde söylem ve retoriklerini
geliştirmişlerdir. Biz de tersine sol önce düşünce olarak "tercüme ve
ithal" edilmiş ve burada kendisine maddi bir temel yaratmaya
çalışmıştır. Bunu Şeyh Bedrettin, Pir Sultan Abdal, Hasan Sabbah vb.
efsanelerde olduğu gibi tarihi çarpıtmak anakronizmalar yaratmak pahasına
yapmıştır.

III.

Kemalizm'in sol ile olan ilişkisini ilk teorileştirme çabaları Kurtuluş
Savaşı'nın başlarından itibaren vardır. TKP geleneğinden gelen
Kadrocular( Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tökin, Burhan Asaf
Belge, Vedat Nedim Tör, Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Kemalizm'in ilk
teorisyenlerindendir. Bu aydınlar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun
himayesinde, onun vasıtası ile Atatürk'ün icazet alarak, Kadro dersini
çıkarıp Kemalizme ideoloji üretmeye ve Kemalizmin kurucu örgütü olan
CHP'yi özellikle ekonomik alanda, planlı kalkınma vb konularda, daha
devletçi/merkeziyetçi bir noktaya çekmeye çalıştılar. Kemalizmi teorize
Onlara göre Kemalizm, bir üçüncü dünya ideolojisidir. Kurtuluşçu bir
ideolojidir. Temel çelişki de, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında
değil, sömürgeci ülkelerle-sömürülen ülkeler arasındaki çelişkidir.
Solu ulusçulukla sentezlemeye çalıştılar. Ve tüm bunları yaparken
Kemalizmin merkeziyetçi, otoriter ve devletçi yönünü vurgulamaya ve tahkim
etmeye çalıştılar.

Cumhuriyeti kuran kadro/irade başından beri solu bir "pazarlık unsuru"
olarak denetiminde tuttu. Kurtuluş mücadelesini yürüten kadro tüm
kesimleri temsil etmek iddiasında idi. Mustafa kemal bu amaçla kendisine
bağlı TKP'ni kurdu. Mustafa Suphi olayında olduğu gibi rakip olma,
denetimden çıkan/çıkma ihtimali gösterenler ise tasfiye edildi. Savaş
süresince sol ile ilişkiler Sovyetlerin yardımı ve savaş dengeleri
gözetilerek yürütüldü. Sola göz kırpmanın karşılığı Sovyet
yardımı idi. Sovyetler ve komintern, kurtuluş savaşını sosyalist olmasa
da emperyalizme karşı bir "milli mücadele" olarak kurtuluş
savaşını ve Türk devrimini desteklediler

Savaş sonrası Kemalist devrim/program, Lenin (daha sonra Stalin)
Rusya'sı ve Komintern tarafından ulusal kurtuluşçu ideoloji ve ilerici
bir hareket olarak görülüp destekledi..

Moskova yukarıda bahsettiğimiz analizin ve Kemalist konumlandırmanın
sonucu olarak Türkiye'deki Kürt isyanlarını, özellikle 1925 hareketini
"M. Kemal'e ve Ankara hükümetine karşı Kürdistan'da ki Şeyh Sait
ayaklanması Moskova tarafından Türk gericiliğinin İngiliz emperyalizmi ile
ittifak halinde bir geri dönüş girişimi olarak" değerlendirilmiştir.
Diğer Kürt isyanları da bezer düşüncelerle
modernleşemeye/merkezileşmeye karşı gerici unsurların direnişi olarak
damgalanıp mahkum edilmiştir.

TKP' de Sovyetlerin "kuyrukçu"su olarak zorunlu değişim/değiştirme
sürecine karşı direnen tüm unsurların gerici olarak damgalanıp tasfiye
edilmesi sürecine gönülden iştirak ederek alkışçık yaptı. Ulus"
inşa" sürecine hizmet ederek, Stalin "yoldaş"ı Kemalist safta
gericilikle savaşında! yalnız bırakmadı.

Sovyetlerin bu analizini desteği TKP tarafından, kutsanarak devam ettirildi.
Bu yaklaşımın sonucu Kemalizme verilen Marksist-Leninist destek 70′li
yılların başlarına kadar, ciddi eleştirilere konu olmadan devam etti. 68
kuşağı dahi istisnalar hariç kendilerini sonarlını getirecek olan
"Kemalizm övgüsü"nü yapmaktan alıkoymadılar.

IV.

1960′lı yıllarda Kemalizm, sosyalizmin yükselişi ile beraber yeniden sol
tarafından yeniden aktüalize edilemeye ve üretilmeye çalışıldı.. Bu
biçimlendirme Doğan Avcıoğlu'nun başını çektiği sol aydınlar
tarafından gerçekleştirildi. YÖN dergisi çevresinde kümelenen aydınlar
bu dönmede, etkileri günümüzde de devam eden, sol-Kemalist bir sentez
oluşturdular. 50′lili ve 60′lı yılların konjonktüründeki bu
"Retrospektif Kemalist okuma" Ortodoks sol düşüncenin ana unsurlarını
belirledi. Yöncüler tarafından kristalize edilen bu solun özelliği;
devrimci, üzeri örtük bir faşizm kavrayışı ve eylemsellik idi. Bu dönem
ordu-bürokrat ve aydınların ittifakından oluşan Sol, Stalinin mirasına
ek olarak Arap dünyasında yükselen Basçı hareketlerden ve cuntalardan
etkilendi. Ve askerle "iş tutma" bu dönemde solun kanına işledi.

Yöncüler "Kadrocu"ların yaptığı gibi Kemalizmin antiemperyalist
yanını vurgulayarak Kemalizmin özünde sol bir pratik olduğunu noktasında
yoğunlaştılar. Bu, günümüzde Kemalizmin egemen "ortodoks sol"
tarafında hala el üstünde tutulan ve neredeyse bazı kesimlerde bir akide
işlevi gören versiyonudur. Bu ulusçu sol, devletçilik, merkeziyetçilik,
otoriter vasfı öne çıkarılmış Stalinist Sovyetik bir modeldir.

Kemalizmin içeriği demokrasiden tümden farklı olan halkıçılık
ilkesi/retoriğide baştan beri sol bir yanılsamaya sebep olmuştur. Sol,
60′lardaki 70′lerdeki halk kavrayışını Kemalizmin halkçığı ile
kaynaştırdı. Burada hakçılık, halkın değerlerine yaslanmak ve onları
savunmak değil, "ahaliye" doğru yolu göstermek demekti. Çünkü
Kemalizm aydınlanmacı karakterinin doğal sonucu olarak halkın aklen
olgunlaşmadığını, kendi başına bırakıldığında doğruyu
bulamayacağını varsayıyordu. Zaten bahsettiğimiz dönemde sol için
"cici demokrasi" "out" iken; otoriteryenizmin örtük ifadesi olan
"demokratik merkeziyetçilik" "in" idi.

Sonuçta ulusalcılığın dominant olduğu bir "gramer"in içine sol
"lugat" olarak dahil edildi. Ve bir dönem ortanın solu olarak
adlandırılan bu ulusal/Kemalist sol, Türk solunun ana gövdesini olmayı
bugüne kadar sürdürdü. Ve Kemalizm hala, solun "yol haritası" olma
işlevini önemli ölçüde sürdürmeye devam ediyor

16 Ağustos 2008 Cumartesi

BERAAT KANDİLİ


''PERŞEMBE-CUMA'' )
Şâban ayının on beşinci gecesi Beraat gecesidir.
Ayın Konusu
Tefsirlerde bu gece ile ilgili olarak şu şekilde izahlar yer almaktadır: Vergi ödendiği zaman nasıl ki vergi borçlusuna borcundan kurtulduğunu gösteren bir belge veriliyorsa, Allah Azze ve Celle de Berat Gecesinde mü'min kullarına berat yazar. Zaten bu gecenin dört adı vardır: 'Mübarek Gece', 'Berae Gecesi', 'Sakk Gecesi. Belge ve senet. (Allah Teala bu gece mü'min kullarına beraet yazar)', 'Rahmet Gecesi.'
'Berat, beraet' kelimesi 'el-berâe' kelimesinin Türkçedeki kullanılış şeklidir. Beri olmak, aklanmak, temiz ve suçsuz çıkmak demektir.
'Berâet' iki şey arasında ilişki olmaması, kişinin bir yükümlülükten kurtulması veya yükümlülüğünün bulunmaması anlamına gelmektedir. Mü'minlerin bu gece günah yüklerinden kurtulup İlâhî bağışa ermeleri umulduğu için de Beraat Gecesi denmiştir.
Bir kısım âlimlerin, kıblenin Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dan Mekke'deki Kabe istikametine çevrilmesinin Hicretin ikinci yılında Beraat Gecesinde gerçekleştiğini kabul etmeleri de geceye ayrı bir önem kazandırmaktadır.


Şöyle denilmiştir: Yeryüzündeki müslümanların iki bayram günü olduğu gibi, göklerdeki meleklerin de iki bayram gecesi vardır. Meleklerin iki bayram gecesinden biri, Şâban ayının on beşinci gecesi olan Beraat gecesi; diğeri ise Kadir gecesidir.

Müslümanların iki bayram günü ise; Ramazan ve kurban bayramı günleridir. Bu sebeple Şâban ayının on beşinci gecesi olan Beraat gecesi meleklerin bayram gecesi olarak isimlendirilmiştir.

Beraat gecesine 'Kefaret gecesi' de denilir. Bir hadis-i şerifte, 'Kim bayram gecesini ve Şâban ayının on beşinci (Berat) gecesini ibadetle ihya ederse, kalplerin öldüğü günde o kişinin kalbi ölmez' (İbn Mâce) buyrulmuştur.

Bu gecenin bir adı da 'şefaat gecesi'dir. Bunun delili şu hadis-i şeriftir:

'Resûlullah (s.a.v) Şaban ayının on üçüncü gecesi ümmetine şefaat etmek için dua edip yalvardı; kendisine, ümmetinin üçte birine şefaat etme izni verildi. On dördüncü gecesi yine dua edip yalvardı; bu sefer üçte ikisine şefaat etme yetkisi verildi. On beşinci gecesi bir daha yalvardı, bu sefer de, kaçak develer gibi Allah'tan kaçanlar dışında bütün ümmetine şefaat etme izni verildi.' (Ebû Davud)

Bu gecenin diğer bir ismi de 'mağfiret gecesi'dir. Şu hadis-i şerif buna işaret eder:

'Allah Teala (c.c) Şaban'ın on beşinci gecesi kullarına nazar eder ve yeryüzünde bulunanlardan şirk koşanlarla haset edenler hariç, bütün müminleri mağfiret eder.' (İbn Mâce)

Diğer hadislerde, bu affın dışında tutulanlar içinde, haksız yere cana kıyanlar, anne babasına asi olanlar, sürekli içki içenler ve akraba ile hukukunu kesenler de zikredilmiştir.

Beraat gecesi,Rabbimiz tevbe, istiğfar ederek pişmanlık duyan günahkârların cümlesini affedeceğini bildiriyor. Ancak şu sekiz sınıfın KESİN TEVBE ETMEDİKÇE bu aftan istifadelerinin olamayacağını da işaret ediyor:

1-Allah'a şirk koşanlar.
2-Ana-babalarına isyan eden, onların kablerini kırıp gönüllerini yıkanlar.
3-İçkiye devam edenler.
4-Falcılık edip gelecekten haber verenler.
5-Din kardeşine besledikleri kinden vazgeçmek istemeyenler.
6-Adam öldürmekten pişmanlık duymayanlar.
7-Nikâhsız aile ile yaşayanlar.
8-Akrabalarıyla alâkayı kesip ihmal edenler.


Şüphesiz ki bu günahların sahipleri bu gecede derin bir tevbe, istiğfarda bulunur da, kesin pişmanlık haline girerlerse ilâhi aftan yararlanırlar.İnsanlaraın aftan yararlanamama sebebi kesin, bir dönüş yapmayışları, ciddi bir tevbe, istiğfar haline girmemeleridir.


Beraat Gecesinin Özelliği ve Önemi:

Nasıl dünya işlerimizde genellikle yıllık bir kar zarar hesabı yapıyor ve bu hesaba göre gelecekle ilgili plan ve program hazırlıyorsak ; ahiretimizle ilgili hesapları da yapmamız gereklidir.Bu muhasebenin vakti üç ayların içindedir. Beraat Kandili ile başlayıp Kadir Gecesiyle biten devreye rastlar.

Duhan Sûresinin 2., 3. ve 4. âyetlerinin Beraat Gecesinden bahsettiği bildirilmektedir. Âyetlerin meali şöyle:

'O apaçık kitaba and olsun ki, biz onu gerçekten mübarek bir gecede indirdik. Çünkü biz onunla insanları uyarmaktayız. Bütün hikmetli işler o gecede tefrik olunur.'


Bu âyetler hakkında iki görüş vardır. Çoğu tefsir bilginlerinin görüşüne göre, bu mübarek gece Kadir Gecesidir. İkrime bin Ebi Cehil'in de dahil olduğu bir grup alim ise; bu gecenin Beraat Gecesi olduğunu söylemişlerdir. Her iki tefsiri birleştiren diğer bir görüşe göre de, hikmetli işlerin ayırımının yapılmasına Beraat Gecesinde başlanmakta ve bu işlem Kadir Gecesine kadar devam etmektedir. Bu hikmetli işler nelerdir ve âyetin mânası nedir?

Yıllık kader programı:

İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, hikmetli işlerin birbirinden ayırd edilmesi şu şekilde cereyan etmektedir:

Bu seneden gelecek seneye kadar meydana gelecek olayların hepsi ayrı ayrı melekler tarafından defterlere yazılır. Rızıklar, eceller, zenginlik, fakirlik, ölümler, doğumlar hep bu esnada kaydedilir. O yılki hacıların sayısı bile bu devrede takdir olunur. Herkesin ve her-şeyin o sene içindeki mukadderatı kaydedilir.

Rızıkla alakalı defterler Mikail Aleyhisselâma verilir.

Savaşlarla ilgili defterler Cebrail Aleyhissalama verilir.

Ameller nüshası dünya semasında görevli melek olan İsrafil'e verilir ki bu büyük bir melektir.

Ölüm ve musibetlerle ilgili defter de Azrail Aleyhisselâma teslim edilir.

Fahreddin er-Râzî'nin açıklamasına göre bu defterlerin düzenlenmesi Berat Gecesinde başlar, Kadir Gecesinde tamamlanarak her defter sahibine teslim edilir. (Hülâsâtü'l-Beyân. 13:5251.)

Kur'ân'ın bu gecede indirilmesi meselesine ise şöyle bir açıklama getirilmektedir:

Beraat gecesi, Kuran-ı Kerimin Levh-i Mahfuzdan dünya semasına toptan indirildiği gecedir. Buna inzal denir. Kadir gecesinde ise Peygamberimize ilk kez ve parça parça indirilmeye başlanmıştır. Buna da tenzil denir.



Beraat Gecesi ibadeti:
Bu geceyi ibadet ve taatle geçirmenin pek çok sevabı ve feyzi vardır. Bu konuda Resul-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Şaban ayının yarısı (Beraat gecesi) olduğunda, gecesinde kalkın ibadet edin, gündüzünde de oruç tutun! Muhakkak ki yüce Allah, o günde dünya semasına iner ve imsak vaktine kadar şöyle der: 'Affedilmeyi dileyen yok mu, affedeyim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Şifa dileyen yok mu, şifa vereyim. Şunu isteyen yok mu vereyim…" (İbn Mâce)

Bu geceye mahsus belirli bir ibadet yoktur.Gecenin manevi değeri dolayısıyla çokça tevbe ve istiğfarla ,namaz, Kur'ân tilaveti, zikir, ve salavatla,hayır dualarla geçirilmesi, bu gece vesilesiyle muhtaçlara yardım ve benzeri hayırlı amellere özel bir önem verilmesi müstehaptır. Kaza namazının kılınması daha isabetli olacaktır.





Beraat Gecesi Duası
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam bu gece Rabbine şöyle dua etmiştir:
'Allahım, azabından affına, gazabından rızana sığınırım, Senden yine Sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen Kendini sena ettiğin gibi yücesin. (et-Tergib ve't-Terhîb, 2:.119, 120.)

Beraat Duası
Bazı mâna büyüklerinin de şöyle bir duası vardır:
'Allahım, şayet ismimi saîdler defterine yazdıysan, orada sabit kıl. Şayet ismimi şakiler defterine yazdıysan oradan sil. Çünkü Sen buyurdun ki, 'Allah dilediğini siler yok eder, dilediğini de sabit bırakır, Levh-i Mahfuz Onun katındadır. '
( 12 Ra'd Suresi, 39; Mecmuatü'l-Ahzab, 1:597)



Bu idrak ve şuur içinde ihya edeceğimiz Beraat Gecesinin hepimiz için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Haktan niyaz edelim.


Semerkand Araştırma Merkezi CUMA SOHBETLERİ esas alınarak konu ile ilgili diğer kaynaklardan yararlanılarak hazırlanmıştır



Invite your mail contacts to join your friends list with Windows Live Spaces. It's easy!
Try it!

15 Ağustos 2008 Cuma

AHMEDİNEJAD’IN FİLİSTİN YORUMU

İran Cumhurbaşkanı Sayın Ahmedinejad ülkemize bir dizi görüşmeler için geldiler. Gelmeden önce Mithat Bereket'in sunduğu programa konuk oldular. Bir dizi sorulara cevap verdiler.

Gördüğüm Türk halkının nabzını çok iyi tutmayı bildiğidir. Sayın Baykal'dan daha iyi, halkımızın nabzını tuttuğu kesin. Güzel olumlu mesajlar verdiler. Sorular içinde; bayağı olanları, komik duruma düşülenleri de vardı. Çok istikrarlı, kendinden emin ve alçakgönüllü kişiliği ile bizim batı taklitçisi liderlerden daha şahsiyetli duruş sergilemekteydi.

İran Cumhurbaşkanı Filistin ve İsrail'e ilişkin fikirlerini açıklıyor:


Her demokrasi ve insan haklarından sorumlu ve demokrasiden yana insanın vicdanı ve insafı kurutulmamışların da onayacağı düşüncelerdi. İsrail'in varlığı başlı başına bir problemdir. İsrail diğer devletlerden getirilen vatandaşlarla oluşturulmuş ve terörle beslenen bir devlettir. Baskı ve tehditle, haksız bir şekilde evlerinden edilen Filistin halkının evlerine ve arazilerine yerleştirilen başka ülkelerden getirilmiş Yahudi insanlarla oluşturulmuş bir halk kitlesine sahip.

Kendisini ulvi bir gayeyle besleyen bu ülkenin hedefinde; İran, Irak, Türkiye, Mısır, Sudan, S.Arabistan toprakları da var. Buna Muharref Tevrat'taki ifadesiyle "arz-ı mev'ud" diyorlar. Bu ülke sadece bir Yahudi devleti değildir. Siyonist fikirlerle beslenen bir terör devletidir. Gerçi huzurları da yok. Hem Filistinlilerin hem de Yahudi halkının huzurunu dinamitleyenler Siyonistlerdir. İdeallerinden vazgeçmişçesine ülkenin etrafına aşılmaz duvarlar örerek ulvi gayelerinden de vazgeçmiş görünüyorlar. Buraya toplanan zavallı Yahudi insanlara da, ülkeyi hapishane haline getirdiler. Filistin'e Yahudilerin yerleştirilmesiyle zorlama bir devlet oluşturulmuş ve Ortadoğu'nun huzuru dinamitlenmiştir. Huzuruna kastedilenlerdeniz. Ama bunu bile anlamayacak kadar empire beyinlerimiz…

Filistinliler kendi evlerine ve yerlerine dönse ki -bu en tabi insan hakkıdır- İsrail diye bir devlet olmadığı görülür. Halkoylaması yapılsa yine böyle bir devletin olmayacağı, olamayacağı da görülür. Bütün mesele hallolur. Yurtlarından edilen ve İsrail'e zorla göç ettirilen insanlar da geldikleri yerlere dönerler. Şeklinde özetlenecek düşüncüler serdettiler.

İleri de Türkiye'nin kuruluşu ve Yahudi devletinin kuruluşu arasında ki bağlantı ve rastlantılara tarihsel perspektifle bakacağız. Bazılarının iddia ettiği gibi Türkiye Cumhuriyeti gizli bir Yahudi devleti ya da sömürgesi olarak mı kurulmuştur. Soru işaretlerinden kaçarak karanlıklara ışık tutamayız. Sorgulamadan esaret zincirlerini kırmak, sömürgeden kurtulmak mümkün gözükmüyor. Karşımızdakini tanımadan kendimizi de tanıyamayacağız. Çünkü karşımızdaki bize, bizi yanıltıcı ayna tutmaktadır.

İsrail'in kuruluşu ve bugünlere gelişinde hep kan ve gözyaşı vardır. Yaptığı vahşetle, kanla beslenen vampirlere rahmet okutur. Parçalanmış cesetler, evleri gece uyurken başlarına yıkılmış, göçük altındaki cesetler, ne ile yakıldığı belli olmayan(büyük bir ihtimalle kimyasal silahlarla)yakılmış ve kömür haline gelmiş cesetlerden söz edilince insanın bunlara tüylerinin diken diken olmaması mümkün değildir. Bizim ülkemizin derin yapısını oluşturan ve bu ülkeyle ilişkileri ileri seviyede tutanlarda lanete muciptirler. İsrail Devleti'nin yaptığı terörü görmezden gelmek bu vahşete ortak olmaktır. Katil olmak için ille öldürmek gerekmez. Katilin elini sıkmakta ruhen katil olmak değil de nedir?

Bu diyalogda şunu çıkardım ki, Filistin sorununda, bizim Siyonist Yahudi ağızlı medyamızla ve devlet olarak ilgimizin, İran'ın arkasında nal topladığıdır. Her devlet büyüklüğünü böyle uluslar arası diyaloglarda ve tesir ettiği alanlar mesafesinde, söz sahibi olduğu nüfuz kadar büyüktür. Filistin sorununda bizim Siyonizm'in kuyruğunda olduğumuz hissine kapıldım. Sanki bizim hiçbir tesirimiz yok. Onların bize tesir ve icraatlarından sarsılacak bir kırılgan ekonomi ve büyük müttefikimiz Amerikan ağzıyla bölgede aldığımız inisiyatiflerin de ülkemiz için bir gelecek düşüncesiyle planlanmış ve atılmış adımlar olmadığını görüyorum.

Şimdiye kadar Müslüman halkımızın hislerine tercüman bir çıkış ve işlem görmedik ülkemizden. Onurlu bir duruşumuz olmadı. Sadece maslahat gözetmekle siyaseten tavır almamakla geleceğimiz için bir şeyler yapmadığımız ve yapmayışımızın ağır faturalarını ilerde bizim çocuklarımın ödeyecek olmasından mustarip olarak bu konulara da eğilmek gereği hissettim.

Ak Parti hükümetini arabulucu girişimleri de, bu minvalde ülkemiz adına bir başarı filan da saymamız safdillilik olur. Siyonizm'i bilenler bunun da bir oyalama taktiği olduğunu bilirler. Golon Tepeleri'nden çekilmeden görüşmenin anlamı yok. Sayın Ahmedinejat'ın dediği gibi; "Golon tepelerinden çekilirse ki bu onların sonu demektir", bunu hiçbir aklı başında Siyonist yapmaz, yapamaz da. Bunların Siyonizm ekmeğine sürülen yağlar olduğunu, bunun bir sinsi planın parçaları olduğunu ve ülkemiz iç siyaset dengeleriyle de bağlantılı bir süreç olduğunu düşünüyorum. Gerçek olan tek şey; Sayın Esad ve Sayın Erdoğan'ın da, bu işin olup olmayacağını bildiğini ve sadece halkları nezdinde kendilerini kurtarmak amacındalar.

Ak Parti Hükümetinin halkımızın özgürlük talepleri önündeki engelleri kaldıramadığını ve iç siyasette şahsiyetli bir işlem yapamadığı için kendine dış siyasi oyalanmalar bulduğu düşüncesindeyim. İçerde yargısal darbeyle ağzından alınan emziğin, iç çekişlerini dışarı dönüp yüzünü gerçekleştirmektedirler. Ak Parti'yi içerde sıkıştıran güçlerin, dışarı da kullanıma açık hale getirdiğini de belirtmek lazımdır. Bu soğuk savaşın da, nasıl yapıldığını bilmekle ilgili bir durumdur. Soğuk savaşın, sıcak etkilenmelerini biz yaşıyoruz. İçimizde ki olayları, dışımızdaki olaylarla bağlantılı düşünürsek daha sağlıklı kararlar vereceğimiz kesindir.