30 Mayıs 2008 Cuma

Ne imamı tanıyorlar ne öğretmeni

Şerif Mardin imam-öğretmen mukayesesi yaptı ya; görün bundan sonra neler yazılır, neler konuşulur. Söylenen sözlerdeki mahalle analizi unutulur, o yapının tarihî süreçteki yansımalarına bakılmaz ve sanki toplumda iki uç nokta iki sembolle temsil ediliyor gibi sunulur.

Şabloncu kafanın anladığı şudur: Türkiye, imamların temsil ettiği "dinî değerler" ile öğretmenlerin temsil ettiği "modern değerler" arasındaki süregiden bir kavgaya sahne olmakta. Ezberci zihniyetin kolaycı yaklaşımı budur.

Bu algı doğru mu? Kesinlikle hayır. Çünkü camide görev yapan imamları "rejim karşıtı" gibi resmetmek de yanlış; öğretmeni bir "ideoloji taşıyıcısı" gibi görmek de. Şerif Mardin'in bunu bu kadar basite indirgemediği de ortada; ancak algı o ki imamlar (dolayısıyla camiler) rejim için tehdit, öğretmenler (dolayısıyla okullar) sistemin kaleleri. Yok böyle bir şey... Bir kere, hayat bu kadar sekülerize edilmiş bir şekilde yaşanmıyor. Yani cami başka bir vadide okul başka bir vadide değil. Çoğu zaman cami bir okula benziyor mesela; hatta rejimin savunulduğu, desteklendiği bir okula... Sonuçta imam da öğretmen de bu toplumun bir parçası. İmamlara "rejimin altını oyuyorlar" gözüyle bakmak kadar vahim bir hata olmaz...

Şerif Mardin'in söyledikleri daha havada uçuşurken Cumhuriyet adlı bir gazete "Meydan İmamların" diye bir manşeti çakıverdi. Üst başlık da aynen şöyle: "Köylerde okul ve öğretmen açığı büyürken Kur'an kursları hızla artıyor" Nasıl ama? Sanki okul ile cami birbirine zıt, birbirine düşman, birbirinin alternatifi. Korkunç hata tam da burada başlıyor. "Cami mi, okul mu?" diye bir soru sorulamaz; çünkü bu milletin tercihi bellidir: Hem okul hem cami!

İmam ve cami fazlalığı üzerine yapılan kara propagandayı da bir kenara kaydetmek lazım. Diyanet İşleri'ne sorun; size diyecek ki toplam 79 bin 632 caminin 12 bin 8'ine henüz kadro verilmemiştir, kadrosu olan 67 bin 624 caminin de 2 bin 891'ine kadrosu olduğu halde hâlâ din görevlisi ataması yapılmamıştır. Kimin umurunda? Belli bir zümre cami sözünü duyunca kırmızı görmüş gibi hiddete kapılıyor. Oysa nüfus arttıkça cami ihtiyacı artıyor, artacak; tıpkı okul ihtiyacının ve öğretmen açığının artacak olması gibi. Bu ülkenin hem okula hem camiye ihtiyacı var. Daha estetik camiler, daha ihtiyaca cevap veren okullar yapmak şart. Camiden korkan, insan gerçeğinden korkuyor demektir. Okuldan korkan bilimsel düşünceden kaçıyor demektir. Bunları birbirine vuruşturmak isteyense menfur bir amaç peşinden koşuyor demektir...

Okul-cami kıyaslaması başlayınca "Nerde o köy enstitüleri" şeklinde ağıt yakanlar oldu. Güya rejim köy enstitüleri, halk evleri gibi kurumlarla kendine yakışır bir nesil yetiştirecekmiş de Kemalizm düşmanları bu kurumları, çalışmaz hale getirmiş...

Tek parti döneminin kimi dayatmalarına özenen bu yaklaşım da gücünü yine hazırlop formüllerden alıyor. "Neden halkın gönlünde yer alamadık, niçin bu milletle bütünleşemedik?" diye özeleştiri yapacaklarına "gerici güçler" senaryosu üzerinden "bu millet kadir-kıymet bilmez" söylemine geçiyorlar. Gerçek şudur: Köy enstitüleri halka kendini sevdiremedi. Vatandaşa tepeden bakıp "dur seni biraz adam edeyim" şeklinde ortaya konan (en azından öyle algılanan) hiçbir proje başarılı olamadı; olamayacak da. Bugün yakılan ağıtlardan da anlaşılacağı gibi pek çok planlayıcının kafasında köy enstitüleri (genelde okullar) cami karşıtı bir oluşumun kıblesi gibiydi. Oysa millet camisini mektebinden ayırmayı ve bunlardan birini diğerine tercih etmeyi düşünmüyor. Vatandaş, yüzlerce yıllık tecrübeler ışığında bir sentez yakalamış zaten; kendisiyle barışık o sentez içinde caminin de, kışlanın da, devlet dairesinin de, okulun da vs. yeri var. Ve hepsinin kendine mahsus bir kutsiyeti bulunmakta. Bu sosyal gerçeği yakalayamaz ve kapalı kapılar arkasında planlar yapmayı denerseniz milleti rencide edersiniz; bugünkü okul-cami tartışmasında imamları rencide ettiğiniz gibi.
ZAMAN

29 Mayıs 2008 Perşembe

BÖLÜCÜ ÖRGÜT ATEİST, DİNSİZ VE KOMÜNİSTTİR

Bölücü terör örgütü, her eylemi, her sloganı ve her bildirisiyle komünisttir. Doğu insanımızın büyük bölümü ise dindardır. Dolayısıyla bölücü örgütün gerçek hedeflerinin ve ateist yapısının anlaşılması, örgütün yok oluşuna vesile olacaktır.Burada bir etnik hareket değil, komünist ve dinsiz bir hareket söz konusudur.

Örgütün Marksist-Leninist bir yapıda olduğu çok açıktır. Örneğin bölücü örgütün uzun yıllar kullandığı bayrağında komünizmin en bilinen simgesi olan orak-çekiç motifinin yer alması konunun ispatı için yeterlidir. (Bu amblem daha sonra değiştirilmesinin sebebi strateji ve taktik değişikliğinden ibarettir. Örgüt, komünist ideolojiden asla vazgeçmemiştir.)

Örgütün kuruluş kongresinde yer alan ve örgütün internet sitesinde yayınlanan ifadeler son derece açıktır:

"MARKSİST-LENİNİST TEORİ ÇOK İYİ ÖZÜMSENMELİDİR. Önder kadrolar sık sık Marksizm'e müracaat etmeli, Marksizm'in uygulanmasını başlangıç şekli yapmak için bu öğretiyi gerçekten özümsemeliler. ...Biz SOSYALİZMİ SİYASAL SORUNUN ÇÖZÜMLENMESİNDE DAHA ÇOK BİR EYLEM KILAVUZU OLARAK ELE ALACAĞIZ. Mutlaka böyle bir öğretinin temsilcisi olarak, böyle bir öğretinin savunucusu olarak, bunun en önemli koşulu olarak bulunulan ülkenin siyasal iktidar meselesine uygulayarak, mevcut iktidarı parçalamada bir araç olarak, bir eylem kılavuzu olarak kullanarak üzerimize düşeni yapacağız."

Bölücü örgütün elebaşının, 13. kuruluş yıldönümü mesajından:

"Sosyalizm yıkıldı, komünizm yıkıldı" diyenlere en iyi cevap olarak, 'tam tersine, SOSYALİZMİN EN GÜÇLÜSÜ, EN DOĞRUSU, EN YÜCESİ PKK'DE GERÇEKLEŞMİŞTİR' diyoruz."

Bölücü örgütün elebaşının 1 Mayıs 1982 tarihli konuşmasından:

"Ama şunu iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan tarihi bugün çağa ulaşmak istiyorsa, tamamıyla işçi sınıfı gerçeğine dayanmak zorundadır. Ne kadar elverişsiz koşulları yaşarsa yaşasın, işçi sınıfının objektif gücüne ve onun eylem kılavuzu olan bilimine, MARKSİZM-LENINİZM'E DAYANMAK ZORUNDADIR VE DİKKAT EDİLİRSE BİZİM VARLIK NEDENİMİZ TÜMÜYLE BU GERÇEK ETRAFINDA OLUŞMUŞTUR. ...Eğer o aşiret duvarları, o feodal çitler aşılmasaydı, MODERN DÜŞÜNCE, EN DEVRİMCİ DÜŞÜNCE OLAN MARKSİZM-LENINİZM kafalarımıza sıçramayacaktı, onun için zemin bulamayacaktı."

Bölücü örgütün elebaşının yazdığı kitaplardaki aşağıdaki ifadeleri de örgütün komünist olduğunun net birer delilidir:

"PKK, Marksizm-Leninizm geleneğine uygun bir gelişme yaşamıştır. Bundan sonrası açık ki etle tırnak gibi birbirinden ayrılmayan bu miras üzerine şekillenecektir." (Kürdistan'da Halk Kahramanlığı, s.78)

"Lenin 1900'de ne ise ben de 21. yüzyıl sosyalizmini temsil ediyorum, reel sosyalizmle savaşarak, emperyalizmle savaşarak yeni sosyalizmi inşaa ediyorum." (Özgür Yaşamla Diyaloglar, s. 201)

Partimizin Merkez Komitesi üyesi ve kurucularından olan DEĞERLİ KOMÜNİST Mazlum Doğan yoldaş... Halkın engin değerlerini SAĞLAM VE AYDINLANMIŞ KOMÜNİST KİŞİLİKLE BİRLEŞTİREN BU YOLDAŞIMIZ... (Kürdistan'da Halk Kahramanlığı, İstanbul, Mart 2004, s.43)

Bölücü örgütün elebaşı, marksizm ve leninizmi "soylu düşünce sistemi", "soylu bilim" gibi tabirlerle övmektedir:

Kapitalist-emperyalist sistem ve onun en zorba yönetim biçimi olan faşizm, halklarda böylesine soylu bir isyan ve bu isyana yol gösteren MARKSİZM-LENİNİZM GİBİ SOYLU BİR DÜŞÜNCE SİSTEMİNE yol açmıştır. (Kürdistan'da Halk Kahramanlığı, İstanbul, Mart 2004, s.22)

MARKSIZIM-LENİNİZM ADLI SOYLU BİLİME dayanmaktan başka az bir olanağı olan bu insanlar... (Kürdistan'da Halk Kahramanlığı, İstanbul, Mart 2004, s. 39)

ÖRGÜT ELEBAŞI ELİ KANLI KOMÜNİST LİDERLERDEN ÖVGÜ İLE BAHSETMEKTEDİR

"İşte PROLETARYANIN KAHRAMANLARI MARKS VE ENGELS. İşte onun TEORİK, SİYASAL DAHİSİ LENİN ve yine ONUN PRATİK USTALARI STALİN, HO CHİ MİNH VE MAO. Ve bunların önderliğinde yürüyen birçok ulusal ve enternasyonalist kahraman. İnsanlığın özgürlük bilincini ayaklandıran, örgütlendiren ve halk ordusu denilen orduları ortaya çıkaran bu büyük kahramanların insanlık tarihindeki yeri gerçekten büyüktür." (Kürdistan'da Halk Kahramanlığı, İstanbul, Mart 2004, s.87)


BÖLÜCÜ ÖRGÜT ELEBAŞININ ALLAH VE DİN HAKKINDAKİ BAZI İFADELERİ(YÜCE ALLAH'I TENZİH EDERİZ)

Aşağıdaki alıntılar, bölücü örgütün elebaşının kitaplarından alınmış, bizzat kendisine ait ifadelerdir. Bu ifadelerin tümü, bu kişinin ateist olduğunu ve İslam'ı kendi sığ materyalist anlayışıyla yorumladığını ortaya koymaktadır:

-          Lise dönemlerinde büyük felsefik bunalımı yaşadım. Tanrı ile savaşı verdim, bu savaştan başarı ile çıktıktan sonra yarı Tanrı oldum. (Özgür Yaşamla Diyaloglar, Ekim 2002, s. 257)
-          Tek tanrılı din ideolojileri, baştan sona siyaset ideolojileridir. Dini söylem, Allah, peygamber ve melek gibi kavramlar dönemin siyasi literatürüdür. (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, Cilt 1, Aralık 2001, s. 204)
-          Allah bir nevi ortaçağın feodal manifestosudur, temel yasası ve bildirgesidir. (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, Cilt 1, Aralık 2001, s. 313)
-          Namazın kendisi de genel anlamda bir tiyatrodur. (Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa, Cilt 1, Aralık 2001, s. 354)


"Televizyon evin Kâbesi gibi"

 Yaklaşık 5 yıl önce 'ruh sağlığını'

tehdit ettiği gerekçesiyle, evinden televizyonu kaldırıp televizyonla
yollarını ayıran ÖDP Genel Başkanı Uras, "Televizyon, 'evin kâbesi' gibi.
Nereye koyarsanız, evin şekli, koltuklar ve düzen ona göre ayarlanıyor" diye
konuştu.

*İslam ve Hayat*

ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, yaklaşık 5 yıl önce 'ruh sağlığını' tehdit
ettiği gerekçesiyle, evinden televizyonu kaldırıp televizyonla yollarını
ayırmış. Uras, "Televizyon, 'evin kâbesi' gibi. Nereye koyarsanız, evin
şekli, koltuklar ve düzen ona göre ayarlanıyor" diyor.

Bugün gazetesinde yer alan habere göre, o günden sonra bir daha evinde
televizyon bulundurmayan Uras, "Ruh sağlığım açısından televizyonsuzluk daha
iyi geldi. Kendinize daha fazla vakit ayırabiliyorsunuz" diye
konuştu. Televizyonun 'bağımlılık' yaptığına dikkat çeken Uras, "Televizyon,
'evin kâbesi' gibi. Nereye koyarsanız, evin şekli, koltuklar ve düzen ona
göre ayarlanıyor" diye konuştu.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Dede/Nine-Torun Muhabbetleri :)

Büyükanne banyodaydı. Yaşına uygun makyajını yapıyordu. Tabi her zamanki gibi, torunu Hümeyra da pür dikkat onu izliyordu. Rujunu da sürdükten sonra banyodan çıkarken Küçük Hümeyra seslendi: "Ama babaanne, tuvalet kâğıdına hoşçakal öpücüğü kondurmayı unuttun."
 
***
 
Torunum Mehmet doğum günümü kutlamak için beni aramıştı. Kaç yaşımda olduğumu sordu, 62 dedim. Bir müddet sessiz kaldı, sonra sordu: "1'den mi başladın?"
 
***
 
Büyükanne torunlarını yatırdıktan sonra eski bol pijamasını ve dökümlü bluzunu giyip banyoya geçti ve saçlarını yıkamaya başladı. Uyumaya hiç niyeti olmayan torunların şamataları ayyuka çıkınca sabrı tükendi ve başına bir havlu sarıp odalarına gitti, onları tekrar yataklarına yatırdı ve ses çıkarmamaları konusunda sertçe uyardı. Odadan henüz çıkmıştı ki, üç yaşındaki torununun korkudan titreyen sesini duydu: "Kim-di.. o?"
 
***
 
Bir büyükbaba torununa nasıl bir çocukluk yaşadıklarını anlatıyordu: "Kendimize bilye tekerli kaykay yapar, onları sürerdik... Bahçemizdeki ağaca asılı araba lastiğinden bir salıncağımız vardı... Bir midilli atımız vardı, ona binerdik... Ormanda böğürtlen toplardık...!
Minik Mustafa, gözleri kocaman açılmış, dedesinin bütün bu anlattıklarını zihninde canlandırıyordu. Dedesinin anlattıkları bitince iç geçirdi: "Keşke seninle sen çocukken tanışsaydık."
 
***
 
Kızımı ziyarete gittiğimde üç yaşındaki torunumu kucağıma alıp bir müddet sohbet ettikten sonra renkleri öğrenmiş mi acaba diye merak ettim ve sormaya başladım: "Bu ne renk yavrum?" Doğru cevap verince çok sevinmiştim. "Ya bu?", "peki şu ne renk?" diye devam ettim. Sonunda kucağımdan indi ve bilge bir tavır takındı: "Diğerlerini de kendi kendine öğrenmeye çalışmalısın anneanne."
 
***
 
Tatile giderken torunumuzu da yanımıza almıştık. Gece odamıza girdiğimizde "Aliciğim" dedim, "ışıkları kapatacağım ki sivrisinekler odaya doluşmasın." Işıkları kapatınca birkaç ateş böceği açığa çıktı. Ali fısıldadı. "Faydası yok dede, fenerleri var."
 
***
 
Torunum kaç yaşımda olduğumu sorduğunda muzipçe "bilmem" diye cevap verdim. "İç çamaşırının etiketine baksana" dedi. Ben neden böyle söylediğini anlamaya çalışırken o devam etti: "benimkine baktım, ben 4 - 6 yaşındaymışım."
 
***
 
Okuldan dönen ikinci sınıf öğrencisi Ayşe heyecanla okuldaki gününü anlatmaya başladı: "bugün okulda bebekleri nasıl yapacağımızı öğrendik anneanne." Anneanne şaşkın, soğukkanlılığını muhafaza etmeye çalışarak sordu: "Çok ilginç... Peki nasıl yapacakmışsınız?" Küçük Ayşe neşeyle devam etti: "Çok basit: 'bebek' yazıyoruz, sonra 'ler' ekliyoruz, 'bebekler' yapıyoruz."
 
***
 
Torunum ödevini yaparken onu izliyordum. Soru, "kamu görevlileriyle ilgili bir cümle kurunuz" diyordu. Torunum defterine "itfaiyeci merdivenden aşağı hâmile indi" yazdı. Şaşırdım. "Hâmile ne demek biliyor musun yavrucuğum?" diye sordum. "Elbette dede" dedi kendinden emin bir şekilde, "çocuk taşıyan" demek.

27 Mayıs 2008 Salı

Merve Kavakçı sizlerle RÖPORTAJ

Merve Kavakçı sizlerle RÖPORTAJ

Merve Kavakçı sizlerle RÖPORTAJ
Haber5.com toplumda sürükleyici özelliği bulunan, merak edilen isimleri ekranlarınız sütunlarına azimle taşımaya devam ediyor. Adnan Oktar'ın ardından şimdi de Kavakçı...
Röportaj: Gülizar Sönmez
Haber5.com toplumda sürükleyici özelliği bulunan, merak edilen isimleri ekranlarınız sütunlarına azimle taşımaya devam ediyor. Adnan Oktar'ın ardından şimdi de yasakçı zihniyet mağduru, Başörtüsü mücadelesin de bir dönemin sembol ismi, Bülent Ecevit tarafından yemin edeceği kürsüsü işgal edilen, gönüllerin milletvekili Merve Kavakçı haber5.com'a konuştu.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Türkiye'de sizi herkes bir şekilde tanıyor bir dönem hayatınız çok yazılıp çizildi hatırlatma niteliğinde bize biraz "Merve Kavakçı kimdir?" kısaca bahseder misiniz?…
1968de Ankara'da doğdum. Akademisyen bir ailenin en büyük çocuğuyum. Başörtüsü yasağıyla hayatları şekillenen bir aile demek yanlış olmaz. Annem 80 döneminde başörtülü öğretim üyesi olduğu için Alman Edebiyatı hocalığını bırakmıştı, babam da o zaman ki adıyla İslami İlimler Fakültesi Dekanlını, dönemin rektörunden gelen "başörtüsü yasağını uygulayacaksın!" baskıları altında görevini bıraktı. Ben Ankara Koleji'ni tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne gittim ve yasak sebebiyle ikinci sınıfta bırakmak zorunda kaldım. Bu ailem için bardağı taşıran son damla oldu ve Türkiye'den ayrıldık, Amerika'ya göç ettik. O gün bu gündur ailem Dallas'da, ben ABD. ABD 'de bilgisayar mühendisliği eğitimine geçtim, mezun olunca da kızlarımla beraber Türkiye'ye döndüm. Onların Türkçe'yi öğrenmeleri, örf ve adetleri yerinde görmeleri ve benimsemeleri için kısa süreli bir dönüştü bu aslında. Türkiye'de yasağın bitmeyeceği düşünülürse, kızlarımın ilkokul çağının sonunda ABD'ye tekrar giderim diye düşünuyordum. Hiç hesapta yokken siyasette buldum kendimi. Refah Partisinde ve Fazilet Partisinde 7 sene calıştım sonra da milletvekili secildim.

Ve tekrar ABD'ye geri dönüş oldu. Son dönemde nelerle meşgulsunuz..
Siyasetten akademiye geçiş yaptım, Türkiye'den ayrıldıktan sonra. Şu anda Washington'da George Washington Üniversitesi'nde Uluslararası İliskiler Fakültesinde öğretim üyesiyim. Türkiye'den ayrıldıktan sonra Harvard Üniversitesinde master yaptım. Washington'a dönüp siyaset bilimi doktoramı tamamladım. Aynı zamanda Vakit gazetesinde köşe yazarlığı yapıyorum. Başörtüsü mağduru olarak aktivizmim de devam ediyor.

Merve Kavakçı'dan bahsederken "ilk başörtülü miletvekili" sıfatı ile anılıyorsunuz. O günlerden bu güne 9 yıl geçti aradan bu yıllar neleri aldı götürdu? Neler getirdi size?
Yaşanan olaylar insanın huzurundan,sağlığından,zamanından, mutluluğundan birşeyler alıp götürüyor muhakkak ki. Ancak aynı zamanda da bir çok şey kazandırıyor. Güzel dostluklar, tecrübeler, bilgiler, kul olarak hizmet edebilme, "emir bil maruf nehyi anil münker" yapabilme imkanları kazandırıyor. Hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanınca götürüler bile getiri, birer kazanım olarak algılanabiliyor. Onun için geçen 9 seneye bakınca sadece;

 "Elahmdulillah haza minfazli-rrabbi ( Allah'a şükür, bu sadece Allah'ın bir ikramidir)" diyorum.

Siyasete atılma kararını nasıl verdiniz? Kısaca o süreçden bahsetsek… siyasete atılma kararınız… aday olmanız…seçilmeniz… meclise girmeniz…
Siyasete atılma kararı diye bir karar almadım. Ben kaderci bir insanım. Allah'in yazdığı yazıya boyun eğdim sadece. 1993 yılı sonuydu, Türkiye'ye dönmüştüm, Refah Partisi'nin kadın komisyonunda gönüllü olmam icin teklif gelmisti, ben de, "olur, ama çocuklarımı da getirirsem olur" dedim. Onlar da kabul ettiler. Kızlarım Fatima ve Meryem partide büyüdüler diyebilirim. İngilizce bildiğim için Dış İlişkiler Başkanlığını verdiler. Ben de memnuniyetle bu görevi hem Refah, hem de Fazilet partisinde yürüttüm. Refah partisinin kapatılmasından sonra o dönemde dışarıdan gelen bazı eleştirilere karşı kadınlara üst düzey yönetimde yer verildi, partinin ileri gelenleri tarafından. Refah partisi kadınların oylarıyla iktidara gelen bir parti olmasına rağmen, kadınları milletvekili yapmadığı için eleştirilmişti. Bu hakli da bir elestiriydi. Fazilet yeni bir yüzü temsil ediyordu bu nedenle de bu eleştiriye kulak verdi, kadınları aday gösterdi. Ben de 17 kadın adaydan biriydim. Bu kadinlarin kimi başörtülü kimi değildi. Başörtülü olarak seçilmek bana kısmet oldu.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bu kararınızla ilgili hiç pişman olduğunuz bir an oluyor mu?
Milletvekili seçilmemle ilgili hiç bir pişmanlığım yok. O gün "and içmiş" olmayı isterdim. Benim de etrafımdakilerin de, "şöyle yapsaydık veya  yapsalardı" dediğim,dediğimiz şeyler vardır. Bunları Başörtüsüz Demokrasi isimli kitabımda yazdım. Ancak keşke kabul etmeseydim, milletvekili olmasaydım, Meclis'e girmeseydim gibi bir düşüncem asla olmadı. Bu büyük bir şeref benim için.

Miletvekili seçildiğiniz zaman "and içmeyi çok isterdim" dediniz.O günlerde kimlerden nasıl destek,  ya da olumsuz tepkiler aldınız..       
O günlerde dünyanın dört bir yanından destek aldık desek, gerçeği tam anlamıyla yansıtmış olurum. Bu destek o kadar büyük bir orandaydı ki bazen insanların nereden duyduğunu, uluslararası haberleri ne derece yakından takip ettiği görüp şaşırıyordum. Türkiye insanından, Avrupa'da yaşayan Türklere, ABD ve İslam dünyasında yaşayan tüm müslümanlara kadar, farklı coğrafyalardan destek adlık. Türkiye'deki Kemalistler, TBMM'de bana "dışarı dışarı!" diye bağıran milletvekillerinin eşleri dışarıda protestoya devam ettiler. Bazılarının içine İslam düşmanlığı o derece işlemiş ki hareketlerine hakim olamayacak konumda idiler. Az bir miktar da olsa aşırı muhafazakar bazı insanlar da Meclis'e girişimi onaylamadılar.

Siyaset yasağınız kalktı tekrar siyasete atılmayı düşünüyor musunuz?
Siyaset benim hayatımın her zaman bir parçası. Köşe yazılarım da Türkiye'ye açılan bir pencere benim için. İleriki zamanlar ne gösterir bilmiyorum, kaderciliğime devam ediyorum, siyasi alanın başörtülü siyasetçileri kaldıracak olgunluğa gelmesini beklemek, insanin hayatını askıya alması anlamına gelebilir. Ben bunu yapmiyorum, akademisyen kimliğimle hayata devam ediyorum. Bu benim siyasi kimliğimi de güçlendiriyor. Yani zamanı boşa harcamayı sevmiyorum. İlerisi her kul için olduğu gibi benim için de meçhul. Görelim Mevlam neyler, neylerse guzel eyler.

"Tesettür'ü" siz nasıl tanımlıyorsunuz?
Tesettür, Allah'a kulluk eden kadının kendini örtmesi kadar kendini tanıtmasıdır da. İlahi bir yaptırımdır. Hiristiyanlik, Yahudilik ve İslam dininin paylaştığı emirlerden biridir. Siyaseti bıraktınız ama o günki sıkıntılar,yaptırımlar aynı şekilde sürüyor,  "Başörtüsü yasağı" adı altında yapılan haksız uygulama hakkında ne düşünuyorsunuz..Başörtüsü yasağı 20. yüzyılın en büyük sosyal kıyımları arasındadır. Toplum kıyımına, zülme işaret eder. Bu zamanda böyle bir uygulama akıllara ziyan getiriyor. 

Yakın zamanda bu haksız uygulamaya karşı çözüm niteliğinde bir yasa çıkarıldı, bunun üzerine bir çok olaylar oldu. "Kaos çıkacak" "Kutuplaşma olacak" , "mahalle baskısı olacak" şekilde söylemler çıktı, bunların doğruluğu, gerçekleşme payı ne kadar sizce?
Kaos çıktı mı? Çıkmadı. Bunu söyleyenler, statükoyu koruyup ceplerini doldurmak, imtiyazli sınıflarını halktan uzak tutmak isteyenler. Derin devlete destek çıkanlar, halka karşı bombayı, silahı, postalı savunanlar. Yani korkaklar. Yerlerini, koltuklarını, haksız kazançlarını, haksız mekanlarını kaybetme korkusunda olanlar. Türkiye artık onları çok iyi tanıyor.

Yasa uygulamaya konuldu ama bir çok rektör öğrencileri yine üniversite kapılarından içeri almadı. Basın açıklamaları, eylemler yapıldı, ama çok ses getirmedi yine.. Bu süreci değerlendirmenizi istesek.. Çıkan yasa bu sorunun çözümü için yeterli miydi sizce?
Çıkan yasa hiçbir şeye yeterli değildi zaten. Ama yetersiz hali bile zorba çevreleri rahatsız etti. Ben başından beri yasağın sadece üniversitelerde kaldırılmasına karşı çıktım. Ortada legal bir yasak yok ki; onu yasa ile kaldırasınız. İnsanın karşısında yasa vs. dinlemeyen bir zihniyet olunca yasa değişikliği de yapılsa "Biz bu kızları almayacağız, sınavlarda hak ettikleri notları vermeyeceğiz" diye bağıran zorbalar çıkar. Olan bu oldu. Yasak güya kalktı. Ama heryerde devam ediyor. O rektörlerin hemen görevden alınması gerekirdi. Görevden alınabilmeleri için gerekli değişiklik yapılması gerekirdi. Ama tabii şimdiki Meclis buna imkan sağlayacak çoğunluğa sahip degil. O zaman insanın aklına gelen şu oluyor: "Bu iş Meclis çoğunluğu elimizdeyken yapılmalıydı."

Bu yasağın çözüm bulacağına inanıyor musunuz?
Gerekli cesaret, basiret, beceri varolursa, sergilenirse bu yasak da her yasak gibi kalkar. Mesele, "Elini bu işi için taşın altına koyacak olan var mı?" bunu tesbit etmekte.

Yasağın çözümü için cesaretli kişiler olmalı dediniz.. siz değilseniz, ben değilsem,  tek başına iktidar olmuş bir parti değilse, kim bu cesaretli kişiler?
Bu cesaretin; sizden, benden, bizden hepimizden gelmesi gerekiyor. Türkiye insani seçtiği  Meclis'e sahip çıkmadıkca, kendi hakkında sahip çıkmadıkca, hakları gasp edilirken suskunluğunu muhafaza ettikçe hiç bir şey degişmez.

Bu olayların arkasından bir kapatılma davası, ergonakon olayı vb. olaylar ortaya çıktı yani adrenali hiç inmeyen Türkiye siyaseti yine sıcak gündemlerle karşımıza çıktı. Eski bir siyasetçi olarak Türkiye'nin gündemini nasıl değerlendirirsiniz?
AKP iktidarinin bugüne kadar Türkiye halkına yaptığı en büyük  hayir derin devleti kısmen ifşa etmeye çalışması olmuştur.  Henuz onu parçalayamadı. Etkisiz hale getiremedi ancak bir parça da olsa üstüne gitti. Yani ne başörtüsü yasağı, ne düşünce özgürlüğü kısıtlaması, ne de işkence, sağ-sol, islamci-laik çatışması derin devlet kavramsalından bağımsız değil. Daha bu konuda bilmediğimiz çok şeylerin olduğuna inanıyorum. Zamanla her biri ortaya çıkacaktır.

Türkiye'de din ve siyasetin bu kadar birbirinden ayrışması hakkında ne düşünuyorsunuz?
Türkiye'de çarpık laiklik anlayışı var. Bunun acilen düzeltilmesi gerekmektedir. Bugün ilerlememize engel olan en büyük etken budur. Laiklik Türkiye'de bir tabu halindedir  Hakkında konuşulmaz ve tartışmaya açılmaz bir olgu halini almıştır. Bu kimlikten çıkartmak gerekiyor laiklik anlayışını.

İslam dininin siyasete bakışına gelince,İslamiyet insan hayatının her alanını düzenleyen bir emirler silsilesi içerir.bunun içinde siyasette vardır. Bu nedenle bir insanın İslami yaşayışı, çalışmalarına veya siyasi çalışmaları İslami yaşayışına engel teşkil etmez.Zira insanların en mükemmeli Peygamberimiz (SAV) siyasetçilerin başında gelir. O sadece bir elçi değil, aynı zamanda da devlet başkanıydı. Dini bir lider olduğu kadar, siyasi bir liderdi de. İnsanlar laik olmaya zorlanamaz, laiklik ancak devlet bazında değerlendirilebilir.

Türkiye de bu gün miletvekili olma, meclise girme hakkınız olsa hangi alanda çalışırdınız?
Uluslararası ilişkiler alanında calışmak isterdim. Aldığım teorik eğitimin,  pratiğe dökülmesi olurdu bu. Kadının güçlendirilmesi ve topluma kazandırılması da ayrı bir ilgi alanım tabii olarak.

Başarılı bir kadın potresisiniz…"İlk başörtülü miletvekili" olarak tarihe geçtiniz. Türkiye'de en çok tartışılan konu kadın'dır yada bir çok tartışma kasdın üzerinden yapılır. "Türkiye ve kadın" desek gözünüzün önüne nasıl bir manzara geliyor. Türkiye' deki kadın potresini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye ve kadın denince gözümün önüne gelen resim hiç iyi değil. Tabii bu gerçekleri konuşmak isterseniz değil. Yoksa Türkiye'de yaşayan kadını tozpembe çizen resimler, buna destek veren kadınlar yok değil. Ancak bunlar Türkiye'nin gerçek resmi asla değil. Türkiye'de kadın devlet ataerkilliği ve devlet feminizmi arasında sıkılmış bir garabet arzediyor.

Türkiye kadınının resmi – ki burada istisnaların kaideyi bozmayacağını hatırlatarak genelleme yaparak konuşuyorum- farklı yönlerde çok acıklı. Doğu'da durum içler acısı. Ataerkil aile, ataerkil devlet, aşiret, ocak hepsi kadını eziyor. Batı'da durum ezmenin paketlenmiş halini sunuyor. Egalitaryan -her alanda eşitlilik sağlayan- bir sistemden söz etmek mümkun değil. Bütün katmanları kesen, batının ve doğunun birleştirici sorunu başörtüsü yasağı da kadına en büyük ayak bağı halinde kendini gösteriyor. Kadın konusunda yapılması gereken çok iş var da yapacak adam yok..

Amerika'da yaşıyorsunuz sadece yaşamakla kalmıyor; üniversitede bir kürsunuz var, bir çok seminer-sempozyuma konuşmacı olarak  katılıyorsunuz. Batı'da yaşayan; başörtülü, müslüman, bir Türk kadın olarak Merve Kavakçı'ya oradaki insanların bakışları, tepkileri nasıl?
ABD'de yaşayan bir kişi olarak kimliğimin farklı yönleri var; herşeyden önce batı da yaşayan müslümanım. Terörle Savaş adı verilen bir çağı yaşadığımız şu günlerde İslam'ın topladığı ilgi müslümanları da otomatik olarak ilgi alanına sokuyor. Batıda yaşayan bir müslüman, bir akademisyen olarak dinimizi  doğru temsil etmek, dinimizle ilgili bilgileri doğru şekilde aktarmak gerekiyor. Kul- Yaratıcı ilişkisinin dışında global çerçevede batılı müslüman olarak, doğru zamanda, doğru yerde, doğru şeyleri söylemek çok önemli görev ve kimlik meselesi diye düşünuyorum.

Tabii benim, bunların dışında bir de Türkiye'li başörtüsü mağduru kimliğim var. Onu da burada, Türkiye'deki yasağın kalkması için ve batılı kimliği ile ilintili olarak müslüman kadın sorusunun cevaplandırılması için değerlendirmek gerekiyor. Ben de elimden geldigince bunların hepsini aynı ayarda götürmeye çalışıyorum. Bu sebeple de hem İslam, hem müslüman kadın, hem de Türkiye üzerine konuşmak için bir çok davet alıyorum. Kendi adıma şunu rahatlıkla söyleyebilirim ; " Merve Kavakçı olarak da başörtülü bir müslüman olarak da, Amerika da, Batı dünyasının genelinde de, sadece saygı ile karşılandım."

ABD bir seçim süreçinde. OBAMA ve CLİNTON arasında bir yarış var. Bu yarıştaki OBAMA hakkında ve seçimler hakkında ne düşünuyorsunuz?
Barack Obama'nin demokrat adaylığı alacağını düşünuyorum. ABD'nin kadın bir başkanı taşıyacak kadar açık fikirli olması bence çok önemli. Bu nedenle Hillary Clinton'ın aday adaylığını çok önemsiyorum. Ancak karşısında zenci bir kişinin olması ABD kadın başkandan önce zenci bir başkana ihtiyaç duyuyor düşüncesini önceletiyor. ABD tarihini göx önünde bulundurursak toplumsal barışın, iyiliğin sağlanması, eskiye ait derin yaraların iyileşmesi adıan zenci bir başkanın kadın başkandan önce seçillmesi gerektiğini düşünuyorum.

Biz ABD'de yaşayan müslümanlar için Obama'nın daha hayirlı olacağına inanıyorum. Ümmet açısından Obama ve Clinton arasinda pek bir fark olmayacaktır diye düşünuyorum. ABD dış politikası belli başlı temalar üzerine kurulmuştur, genel gidişata aykırı bir sapma olacağını düşünmuyaorum.

Bu kadar iş-güç, mücadele, çaba ve bunun yanı sıra 2 evlat…Nasıl bir anne; Merve Kavakçı…
Anneden cok arkadaşım diye düşünuyorum kızlarıma. Allah insanları birçok şeyle imtihan ediyor. Kuran-ı Kerim'de bunlar bize açık açık bildiriliyor. Elhamdulillah çocuklarıyla imtihan edilenlerden olmadım. İnşallah bundan sonra da olmam.

Kızlarım 18 ve 17 yaşındalar. Liseyi erken bitirdikleri için şimdi üniversite 3.sınıfa geçtiler. Rabbime şükrediyorum, onların desteğinden beni mahrum etmediği için. Biz birçok şeyi beraber yapar ve yaşamaya çalışırız. Bazen fiziksel anlamda beraber olamasak da muhakkak sevinçlerimiz ve üzüntülerimizi beraber hissederiz, tecrube ederiz. Bu da anne-çocuk ilişkisinden çok abla-kardeş ilişkisine döndürüyor münasebetimizi.

Türkiye ile bağınız kopmadı; gazete yazılarınız, çıkan kitaplarınız gündemin nabzını tutuyor.Ama Türkiye'nin o kadar yaşanılanlardan sonra sizin için anlamı ne?
Türkiye benim icin hoş bir sada, güzel bir koku, hafif bir rüzgar ve sevdiklerimin gömülü olduğu yuva. Vatan orası. Herseyi ile vatan. Başka bir yer onun yerini tutmuyor. İnsan yasadığı yeri de seviyor, alışıyor. Ancak vatan hep vatan olarak kalıyor. Mantıkla açıklanması güç bir şey bu.

Son çıkan kitaplarınızın içeriğini bu röportajda değindimiz bir çok konuyu ayrıntılı olarak içeriyor. Kitaplar hakkında bilgi verir mısınız..
Çok kiymet verdiğim BEYAN Yayınları, Vakit'te dört senedir yazdığım  köşe yazılarını kitaplaştırdı. Çok da güzel bir kitap dizisi çıktı ortaya.  Müteşekkirim emeği geçenlere. Konulara göre ayrılan yazılar; Dünyanın Güzel İnsanları, Batı'da Güzel İnsanları, Siyasetin Oyunu ve  Örtünün Altinda Kalanlar adi altinda dort kitap halinde cikti. Ilk kitabim olan Başörtüsüz Demokrasi (Timaş Yayınları)'de Arapca ve Farsca'ya çevrildi. Çok yakında İngilizce, Fransızca ve İtalyancası da çıkacak inşallah.

Haber5 olarak, bize zaman ayırıp, sorularımıza bu içten cevapları verdiğiniz için teşekkür ediyoruz.
Haber 5 Turkiye medyasında önemli bir boşluğun doldurulmasında hizmet veriyor. Gururla takip ediyoruz. Allah başarılarınızı artırsın.

Haber5.com

24 Mayıs 2008 Cumartesi

Genç Mücahitler örgütü liderinin "Cihadın Yankısı" dergisi ile yaptığı röportajın 1.bölümünü sizler için hazırladık.


Genç Mücahitler örgütü liderinin "Cihadın Yankısı" dergisi ile yaptığı röportajın 1.bölümünü sizler için hazırladık.

İnternet üzerine yayın yapan "Küresel İslami Medya Cephesi" imzalı "Cihad'ın Yankısı" dergisinde Ebu Bekir el-Kureyşi'nin, Somali Genç Mücahitler örgütü yeni lideri Ebu Mansur ile gerçekleştirdiği röportajın birinci bölümünü Somali'deki direniş hakkında önemli bilgiler verdiğini düşündüğümüz için 1. bölümüyle sizlere sunuyoruz. Geri kalan 2 bölümünü de çok yakında çevrilecek:

1- Bize öncelikle Somali topraklarındaki cihadın, mücahidlerin ve müminlerin koşullarından bahseder misiniz?

Hamdın tümü kendisine ait olan Allah şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar." (Muhammed Suresi, 7)

Müşrikleri kesen ve bununla birlikte de selamet peygamberi olan Muhammed'e salat ve selam olsun. Ki o şöyle diyor:

"Seleme b. Nüfeyl el Kindî (r.a)'den rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v)'in yanında oturuyordum. Bir adam: "Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanlar atlarını salıverdiler, silahlarını da bıraktılar ve şöyle diyorlar: "Cihad yok, harb ağırlıklarını bıraktı" deyince Rasûlullah (s.a.v) yüzünü o kimseye çevirdi ve şöyle buyurdu: "Yalan söylüyorlar asıl savaş şimdi başladı. Ümmetim içinden öyle bir cemaat olacak ki hak yolunda savaşacaklar. Allah da bir kısım insanların kalplerini onlara meylettirecek ve onlar yüzünden diğerlerine rızık verecektir. Kıyamet kopup Allah'ın vadi yerine gelinceye kadar bu böylece devam edip gidecektir. Kıyamete kadar atların alınlarında hayır vardır. Rabbim bana vahyederek bildirdi ki çok geçmeden ruhum kabzolunacak. Sizler benim yoluma uyacaksınız, bir kısmınız da bir kısmınızın boynunu vuracak, mü'minlerin esas yurdu da Şam olacaktır." " (Nesai Mücteba, 3565 ve Ahmed, Müsned, 17824 tarafından sahih olarak rivayet edilmiştir,)

Bundan sonra;

Müslüman kardeşlerimizi ve sevdiklerimizi temin ederim ki Allah Somali'deki ailelerine Cihad yolunda çeşitli büyük ihsanlarla onları aziz kılmıştır. Dünya'da Allah'ın dini yeniliyor olduğu bir anda Mecid (cömert) ve ıÜüHafiy (lütufkar) olan Allah onları İslam'a hizmet için kullandı ve dünyadaki en hayırlı işi, İslam'a göre en yüksek mertebedeki iş olan cihadı onlara nasip etti ve onlara mevzilenme, savaşma ve şehadet kapılarını açtı. Sizin genç kardeşleriniz İslam ile Hristiyanlık arasındaki kanlı kati savaşın limanlarından bir liman olan Somali'de savaşmaktadır. Ve onlar bakanların hemen farkedeceğiz üzere oldukça önemli bir üstedirler. Afrika cephesinin geniş boynuzu, şu anda İslam dininin korumasını üstlenen üç cephesinin üçüncüsü veya dört cephenin dördüncüsü durumundadır. Günümüzde burayı İslam cepheleri kervanından biri kıldığı ve imrenen müminler için oldukça güçlü ve güvenli bir istasyon kıldığı için Allah'a hamd olsun. Ve kuvvetli bir şekilde iman eden biz müminler için Allah'ın tüm bu yardımları karşısında hamd mı yoksa inkar mı edeceğimizin bir sınavı olan bu cephe Allah'ın bize nasip ettiği büyük bir nimettir.

Bilmelisiniz ki Müslümanların çoğu bu büyük nimeti kaçırmaktadır. Onu beklemenin (İslam'ı savunmanın) ve mücadele boyunca bunu sürdürmenin zorluğuna rağmen, bu her Mücahidin Ahiret'ten önce dünyada büyük bir zevkle gerçekleştirdiği bir nimettir. Ki bunun kanıtı Allah'ın şu ayetidir:

"Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azaplandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü'minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. Ve kalplerindeki öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe Suresi, 14-15)

Evet, eğer başlarına taç giydirilmiş Krallar, yoksul Mücahidlerin bu çetin sınavının arkasındaki ödülü, bölgedeki halkımızın bu rahatsızlıklara neyle dayandığını, ve onların hissettiği huzur ve sukunetin kaynağını bilselerdi, onlar bu insanları kıskanırlardı ve bu insanların tabi oldukları şey üzere kılıçlarını çekerlerdi!

Buradaki insanlarınız İslam'ı savunma nimeti üzerine yaşıyorlar, tüm fedalarına rağmen... Kur'an sevgisinin fazileti ve Sünnet biliminin öğretilmesiyle Peygamberin (salat ve selam üzerine olsun) hayat hikayesine hasret duyulmaya başlanması, İslam kahramanlarının işgaller ve yaşam hikayeleri bilgisini içeren kişisel biyografilerin öğretilmesiyle bu sevginin üzerine Allah'ın dinine yapışma ve yardımın başlaması ve Peygamber için intikam alma duygusu ve bunu seyreden Allah'ın kanunlarıyla hükmetmek için ciddi bir mücadelenin başlaması... İşte özetle buradaki tüm mesele bu...

Bu Haça-tapan kafirleri endişelendirdi ve böylece onlara ateş ve demirle iman edenlerle savaşmaya başladılar. Koca Mogadişu hayalet şehre dönüştü. Kurbanlar adandı. Hem de çoluk çocuk, yaşlı genç denilmeden. Onlar tüm bunları sizin oğullarınıza misilleme olsun diye ve savaş meydanında onlara bir ders vermek düşüncesiyle yaptılar. Ancak sadece kardeşlerinizin gücüne ve kararlılığına tanıklık ettiler. Ailelerimizden ve kabilelerimizden çoğu kişi Allah yolunda savaşma ve ölme ibadetini yerine getirdiler ve kendilerine şehadet şerefi bahşedildi. Ve Allah onların arasından şehitler aldı. Allah onların kanlarıyla cihad ruhunu yeniden diriltti ve komşu ülkelerdeki ezilen Müslüman halkların da katılımıyla Genç Mücahidler'in bildirisiyle alanı patlamaya hazır bir volkana çevirdiler, elhamdulillah...

2- Topraklarınızdaki cihadın seyrini nasıl görüyorsunuz? Kazanılmış zaferler ve yapılmış fetihleriniz nelerdir?

Somali topraklarınızdaki cihad İslam dünyasının bugün karşı karşıya kaldığı duruma kıyasla oldukça iyi gidiyor. Buradaki cihadi hareketin 20 yıldan fazla tercübesi olduğu için, Allah'ın dinini hakim kılmak için zengin bir tecrübe hazinesine sahiptir. Buradaki Cihadi hareket, zaferler, mutlu ve sevindirici günler yaşadığı gibi, acılar ve kayıplar da yaşadı. Bunun yanısıra hem düşmanları hem de dostları tarafından türlü komplolara ve büyük ihanetlere de tanıklık etti.

Allah şöyle buyuruyor:

"Sizinle birlikte çıksalardı, size 'kötülük ve zarardan' başka bir şey ilave etmez ve aranıza mutlaka fitne sokmak üzere içinizde çaba yürütürlerdi. İçinizde onlara 'haber taşıyanlar' vardır. Allah, zulmedenleri bilir." (Tevbe Suresi, 47)

Aslında birçok defa buradai cihad hareket beşiğinde dahi kesintiye uğradı. Ancak asla baskılara boyun eğmedi ve kararlılığından taviz vermedi. O, sıfırdan başladı ve Allah'ın lütfuyla eskisinden daha kuvvetli bir hale geldi. Bizler izzetli ve kuvvetli yaşadık, Allah bizlere egemenlik ve otorite nasip etti. Daha sonra ise biz iki kere Haçlıların işgaline ve yabancıların istilasına tanıklık ettik. Ve insanlarımız kör bombaların ve düzenbazlığın acısını çektiler. Biz bu ana kadar üzerimize gelen ve barışçıl olmayı isteyen bu insanlara karşı barış yöntemini denemeye koyulmuştuk, Allah'dan biz hak yolda sabit kılmasını ve bizi hidayetten sonra sapıttırmamasını niyaz ediyoruz.

Bizim tecrübelerimizin geniş sahası bizi mürtedlere karşı ve Allah'ın kanunlarına asi olmuş mezheplere karşı cihad etmenin gerekliliğini de öğretmişti. Savaşımızı uluslararası boyuta taşımanın koşullarından birisi de buydu. Öyle ki Haçlı kuvvetler de dünya Haçlılarının çıkarları için dinini dünyasına satan mürtedleriyle savaşmaya cevaz (izin) vermişlerdi.

Kanlı muharebeler sonrasında, bu mürtedler yenilgiye uğratıldı ve Mücahidler İslam şeriatını hakim kılmayı başardılar. Fakat daha sonra Dünya Haçlı kuvvetleri tarafından bu kadar hızlı ve de direk askeri müdahale yoluyla üzerimize gelmelerin şaşakaldık. Bush'un emriyle Amerika tarafından Etiyopya üzerimize saldıttırıldı. Onların itaat ettiği aptal başkan Bush'a Etiyopya'ya maddi ve lojistik destek vereceğini ve de Amerikan istihbaratının onlara gerekli bilgiyi ve eğitimi sağlayacaklarını ilan etti.

Mesele bununla da bitmedi; Amerika deniz ve hava kuvvetleriyle de savaşa katıldı. Bizim savunmasız insanlarımızın üzerine cehenneme azabı yağdırdılar, köylerimiz karakollar kurdular ve vadilerimizin üzerinde askeri uçaklarıbı gezdirdiler. Somali Hicri 1427 Kurban Bayramı'ndan işgal edildi. Ve kafirler Oganda ve Brunei'deki kendi yandaşlarını Etiyopya işgal güçleriyle aynı safta yer almaya çağırdılar. Buna karşı Genç Mücahidler örgütü bu Tiranlara karşı cihada teşvik etti, cüretkar Müslüman gençlik Hristiyanların bu taraftar toplamalarına karşı dik durdu.

Savaş cephelerindeki Müslümanların zaferlerine gelince... Mücahidlerin zaferlerinin listesi açık ve dikkate değerdir. Ayrıca bir röportajda özetlenemeyecek kadar da uzundur. Ve bu aceleyle biz sadece bunlardan birkaçını sayalım:

- Mücahidler askeri üstünlüğü kazanmış ve düşmanı çoğunlukla misillemeyi başarabilmiştir.

- Allah'ın izniyle Mücahidler düşman düşmanı sadece üç bölge ellerinde kalıncaya kadar sıkıştırmış ve kuşatmıştır.

- Bütün vilayetler, bölgeler ve şehirler Haçlı düşmanın kontrolü dışındadır.

- Mücahidler daha önce hiçbir yerde görülmemiş olan yeni yollar ve operasyon taktikleri geliştirmişlerdir.

- Mücahidler ana yollara ve caddelere pusular kurararak düşmana gelecek yardımın önünü kesmiştir.

- Mücahidler şehirleri, köyleri ve tüm bölgeleri fethetmiş durumdadır. Ayrıca düşmanın yoğun halde bulunduğu kışlalara ve onların bölgedeki en büyük havalimanları olan Balad'daki Kali havalimanına başarılı operasyonlar yapmıştır. Öyle ki bu havalimanı halen kapalıdır. Ve ayrıca şuralara da başarılı operasyonlar yapılmıştır: Dinsor bölgesi, Hudr bölgeleri, Vecd, Kansah, Bolo Bradi, Jalajdod ve başkentin kuzeyindeki askeri onarım merkezi.

Şehirlerdeki savaşın durmuna gelince... Şehirlerde savaş 1,5 yıldır tek bir gün dahi durmadı. Mücahidler asla yorulmadı ve yılmadı. Ve bununla birlikte düşmana birçok operasyonlar gerçekleştirdiler:

- Başkentin ve diğer şehirlerin yollarında bir dizi pusu kuruldu ve sürekli devam eden gece saldırılarıyla Mücahidlerin geceleri gündüze döndü.

- Haçlı kuvvetlerinin merkezlerinin kalbini ve önemli liderlerini hedef alan bir dizi şehadet operasyonu düzenlendi.

- Mürtedlerin ve Haçlıların üslerine hafif silahlar ve el bombalarıyla bir dizi saldırı düzenlendi.

- Düşman hedeflere bir dizi top ve roket saldırısı düzenlendi. Bunlardan çoğu başkanlık sarayı, uluslararası havaalnı, deniz limanı ve ustalarının bir grup farenin yaşaması için yapılmış karanlık mağaraları andıran düşmanın başkentteki tüm noktaları gibi önemli noktalara düzenlendi.

3- Sizin diğer hangi cemaat gruplarıyla ilişkiniz var ve hepsi Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat dairesinde mi?

Değerli sorunuzun son kısmından başlamak için bana izin verin. Somali dindar bir millete sahiptir ve Somali'deki İslami uyanışın sebebi Ehl-i sünnet ve'l cemaat'in akidesidir. Bu diriliş hemen hemen 40 yıl önc başladı. Ve kafirlerle işbirliği içinde olan ve Allah'ın kanunlarını hayat nizamı yapmayan modern cahiliyyeye karşı zuhur etti.

İslamcılar arkasına Avrupalı işgal güçlerini alan Küreselci liderlere karşı onlar bu güçleri arkalarına aldıktan ve bu güçlere yapıştıktan sonra düşmanca bir tavır aldılar. Genellikle Allah'ın kitabını ve Resulü'nün sünnetini atalarından duydukları gibi anlıyorlardı, bilginin kaynağı ve akidenin uygulanması konusu arasında Fırka-i Naciye akidesini seçmişlerdi.

Günümüzde İslami hareketlerin savaşın etkisiyle geldiği son nokta olan Taifetu'l Mansura (Allah'ın yardımına mazhar olmuş cemaat)'ya, Mücahidlere gelince... 11 Eylül'den sonra bölgelerin işgal edilmesinin ardından, her alanda onların görüşleri ilerlemeye başladı. Siyasal, askeri, propaganda ve medya... Ve onların akidelerinin sağlamlığı ve metodlarının güvenilirliği sayesinde diğerlerini geride bıraktılar. Onların düşüncelerinin gelişmesi ve Müslüman ümmetine karşı kurulan komploların boyutları hakkındaki görüşlerinin gerçekleşmesiyle tüm bunlar oldu.

Onlar Allah'ın kendilerine verdiği siyasi, askeri, medya ve güvenlik kuvvetiyle diğerlerinden daha üstün konumdadırlar. Onlar saf bir menhecler (metodla) bu komplolara karşı savaşmayı başarmaktadırlar. Gerçeği anlayabilme, durumları hissedebilme, nur ile aydınlanma sayesinde onlar bu komploları bozabildiler, Allah'a hamd olsun...

Cihadi Selefiler ve diğer İslamcılar arasındaki ilişkiye gelince... Bu elbette tecrübe farklılığının, temel alınan şeylerin daha iyi olmasının, iyi bir işe başlayan birini idol almanın, liderinin üstlendiği rolün, ideallarin ve anlayışın bir tezahürüdür. Cihadi selefilerin diğerlerine üstünlüğü buradadır. Cihadilerin birçoğu dininin öldürülen yönlerini diriltmeye ve yenilemeye çağırırken daha yolun başında birçok mahkemeyle yüzyüze kalan Garib'ler (bir hadiste belirtilen dinin gariplerine ithafen) oluyorlar. Fakat yabancılaşmanın gevşemesinin ardından ve maksadından uzaklaşmasından sonra, onlar kendilerini takip edenler için daha kolay bir yol bırakıyorlar.

Ve Allah'ın lütfu ve merhametiyle Mücahidlerin mücadelesi meyveler vermeye başladı. Ve onların tekerleği daha çok dönmeye başladı. Daha önce şüpheleri olan birçok insan şimdi cihada ilgi duymaya başladı. Eskiden sadece şüpheli bilgilerle cihada yaklaşanlar şimdi onu uygulamaya başladı. Cihadi olmayan İslami hareketlerin evladlarından geniş bir bölümü şimdi cihadı kardeşleriyle birlikte cihadı uygulamaya koyuldular. Ve bu yolla gerçekleşen uyanışın ardından Nebevi menhece doğru aşamalı bir ilerleyiş başladı. İnşaallah böylece anlayışı bir olacak, yol bir olacak, İslami hareketler bir olacak ve Allah ipini, Allah'ın kanunlarına sarılacaklar.

"Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de o, kalplerinizi birleştirmişti. İşte onun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de o sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz." (Ali-i İmran Suresi, 103)

...Ve bu bizden önceklerin başka yerde yorulduğu gibi bizimde burada yorulduğumuz, Müslümanların saflarına katılmanın pratik yoludur.

pressmedya

Komünizm, din ahlakını yok etmek için hangi yöntemlere başvurur?

Komünizmin din ahlakına düşman olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Trotsky, Mao veya bir başka komünistin yazılarına bakıldığında, bunun açıkça ifade edildiği görülebilir. Marx, din ahlakını kendince "halkın afyonu" olarak tanımlamış ve sözde "fakir halk kesimlerini uyutmak için yönetici sınıf tarafından oluşturulan bir kültür" diye tarif etmiştir. Dahası, komünizme ulaşmak için de dini inançların yok edilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Engels, kitaplarında "insanın maymundan geldiğini" ileri sürerken, din ahlakının da sözde bu evrim sürecinin bir aşamasında ortaya çıktığını iddia etmiştir.

Peki komünistler din ahlakını yok etmek amacıyla nasıl bir politika izlerler?

Bu soruya ilk kapsamlı cevabı Lenin vermiştir. Lenin'in 1909 yılında Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin (sonraki Komünist Parti) lideri olarak yazdığı ve Proleterya dergisinde yayınlanan "Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu" başlıklı makalede şunlar yazılıdır:
"Sosyal Demokrasi, dünya görüşünü bilimsel sosyalizm, yani Marksizm temeline dayar. Marx ve Engels'in çeşitli kereler tekrarladıkları gibi Marksizm'in felsefi temeli, Fransa'daki 18. yüzyıl maddeciliğinin ve Almanya'daki Feuerbach (19. yüzyılın ilk yarısı) maddeciliğinin tarihsel geleneklerini benimsemiş olan, tamamen ateist ve din ahlakına karşı tavırdaki diyalektik maddeciliktir. Unutmayalım ki, Marx'ın taslak halindeyken okuduğu Engels'in Anti-Dühring'inin tamamı, maddeci ve ateist olan Dühring'i tutarlı bir maddeci olmamak ve din ile din felsefesine açık kapı bırakmakla suçlar. Yine unutmayalım ki, Engels, Ludwig Feuerbach ile ilgili yapıtında, din ahlakını ortadan kaldırmak için değil de, yeniden canlandırmak, yeni, "yüceltilmiş" bir din kurmak için savaş açtı diye Feuerbach'a çatar. "Din ahlakı halkı uyutmak için kullanılan afyondur." Marx'ın bu sözü din ahlakı konusundaki Marksist görüşün temel taşıdır." (Viladimir Iliç Lenin, Proleterya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, Proleterya, Sayı: 45, 13 (28) Mayıs 1909)

Dikkat edilirse, Lenin, Marksistlerin din ahlakına karşı vermeleri gereken savaşın, "bilimsel yayınlar" ve "Onsekizinci yüzyıl Fransız Aydınlanma dönemi düşünür ve ateistlerinin yazıları" gibi kaynaklarla yürütülmesi gerektiğini söylemektedir. Bura daki "bilimsel yayın"dan kasıt, materyalizmi bilim kisvesi altında toplumlara empoze eden teorilerdir. Bunların başında da kuşkusuz Darwinizm gelir. Bahsettiği Aydınlanma düşünürleri ise Diderot, D'Holbach gibi Marx öncesi materyalistlerin din aleyhindeki propaganda yazılarıdır.

Lenin'in gösterdiği bu yöntem, komünistler tarafından halen kullanılmaktadır. Dünyadaki bazı yayınevleri, bazı sözde bilimsel dergiler veya medya kuruluşları incelendiğinde de, Darwinist ve Aydınlanma felsefesine bağlı yayınların kaynağının Marksistler olduğu açıkça görülecektir.

--

Türk Milletinin üzerine çökmüş karabasan giderek çözülmekte ve zayıflamaktadır. Hainlerin planları bozulmakta, figüranları sürekli açığa düşmektedir. Milletin rağmına sürdürülen derin yolculuk sona yaklaşmıştır. Millet artık egemenliğine, iradesine sahip çıkmaktadır.

http://dava-vatan.blogspot.com/
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Fatih Sultan Mehmed hayatı boyunca Ayasofya üzerinde titremiş ve bu mabed için şöyle vasiyet etmiştir:

"Nefis kilise Ayasofya, kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir. Bunu, Allah'a, ahirete, O'nun heybetine inanan hiçbir mahluk, sultan olsun, hakim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez. Vakıf şarlarını kim değiştirirse, Allah'ın, meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerine olsun. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın."
-     -     -     -     -
Arşiv: http://osmanlimodeli.blogspot.com
Günlük: http://sivilinisiyatif.blogspot.com

22 Mayıs 2008 Perşembe

SEVME SANATI

Erich Fromm

Büyük çoğunluk sevme sorununu, sevmekten kişinin kendi sevme yetisinden çok, sevilme sorunu olarak görür. Bu yüzden onlar için önemli olan nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir. Bu amaca ulaşmak için çeşitli yollara başvururlar. Özellikle erkeklerin yeğlediği yollardan biri, başarılı olmak, yaşadığı toplum içinde büyük ölçüde güç ve para elde etmektir. Kadınların seçtiği bir yol da, vücuduna, giyimine bakarak alımlı olmaya çalışmaktır. Kadınlarla erkeklerde ortak olan bir başka göze girme yolu, hoş davranışlar edinmek, ilgi çekici bir biçimde konuşabilmek, yardımsever, alçak gönüllü olmak ve kimseyi incitmemektir. İnsanın sevimli olmak için yaptıklarının çoğu başarılı olmak, "dost edinmek ve başkalarını etkilemek" için yaptıkları ile aynıdır. Aslına bakarsak bizim ekinimizdeki birçok insanın sevimli olmaktan anladığı, herkesin hoşuna gitmekle albenisi olmak arasında bir şeydir.

Sevgi konusunda öğrenilebilecek bir şey olmadığı sanısını doğuran ikinci önerme de sevginin bir yeti sorunu değil, bir nesne sorunu sanılmasıdır. İnsanlar sevmenin kolay olduğunu, asıl güçlüğün sevecek – ya da sevilecek – nesneyi bulmak olduğunu sanırlar. Bu tutumun, çağdaş toplumun gelişme tarihinde yatan birçok nedeni vardır. (...)

Ekinimizde tümüyle satın alma açlığı üzerine, alanın da, verenin de isteyerek girdiği bir alışveriş anlayışı üzerine kurulmuştur. Çağımızın insanı vitrinlere bakmakla, peşin olsun, taksitle olsun alabileceği her şeyi satın almakla mutlu olabilmektedir. Çağımızdaki insanlar öbür insanlara da aynı açıdan bakarlar. Erkek için çekici bir kız – kadın için de çekici bir erkek – peşinden koşulacak ganimetlerdir. "Çekicilik" çoğu zaman, kişilik pazarında çok tutulan, çok aranan özelliklerden yapılmış bir pakettir. Kişiyi çekici yapan şeyler, gerek vücut, gerek kafa bakımından zamanın modasına bağlıdır. (...) Alışveriş üstüne dönen, maddesel değerlerin en üstün değerler olduğu bir ekinde insanlar arası ilişkilerin de mal mülk ve iş pazarında geçerli olan yöntemlere göre yönetilmesine şaşmamak gerekir.

Cinsel kutuplaşma insanı özel bir birleşmeye sürükler. Erkek ve dişi öğelerin kutuplaşması tek tek erkek ve kadında da görülür. Nasıl fizyolojik bakımdan erkekte de, kadında da karşı cinsin hormonları varsa, davranış bilimleri açısından da kadın ve erkek iki cinslidir. İçlerine alma ve nüfuz etme, madde ve ruh özellikleri taşırlar. Erkek – ve kadın da- kendi içinde bütünlüğe, ancak içindeki dişi ve erkek kutupları bağlaştırarak varabilir. Her türlü yaratıcılığın temeli bu kutuplaşmada yatar.

Kadınla erkek arasındaki sevgide kadın da, erkek de yeniden doğar.

Sevgide iki varlığın bir olması, gene de iki ayrı varlık olarak kalabilmeleri ikilemi gerçekleşir.

O denli üstüne düşmesi çocuğunu çok sevdiğinden değil, onu sevememesini gizlemek istemesindendir.

Bu açıdan bakılırsa insanın kattığı anlam dışında yaşamın hiç bir anlamı yoktur; insan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır.

Başka birisine kendime yetemediğim için bağlanıyorsam, karşımdaki kadın ya da erkek benim için bir cankurtaran olabilir belki ama aramızdaki bağ sevgi bağı olamaz. Çelişik gibi görünse de yalnız kalabilme yeteneği sevebilme yeteneğinin tek koşuludur.

Sevgi bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değildir. Sevginin etkin özelliği, en genel biçimde şöyle tanımlanabilir; Sevgi vermektir, almak değildir.

Sevgiden vazgeçilemeyeceğine göre, sevgi konusundaki başarısızlığı yenmenin bir tek yolu kalıyor: Önce başarısızlığın nedenlerini incelemek; sonra da sevginin ne olduğunu anlamaya çalışmak.

Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir.

Olgun sevgi, "Seni sevdiğim için sana gereksinmem var" der.

Sevgi yalnız belli bir insana bağlılık değildir; bir tutumdur; kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek insanı seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa, sevgisi sevgi değil, birlikte -yaşamaya bağlılık ya da yaygınlaştırılmış bir bencilliktir.

Başka birisine "Seni seviyorum" diyebilirsem, "sende herkesi seviyorum, seninle bütün evreni seviyorum, sende kendimi seviyorum" diyebilmem gerekir.

Birisini sevmek yalnız güçlü bir duyguya kapılmak değildir; bir karardır, bir yargıdır, bir söz vermedir. Sevgi yalnızca duygudan oluşsaydı birbirine ölünceye dek sevmek için söz vermek gerekmezdi. Duygular gelip geçicidir. Eyleme yargı ve karar karışmamışsa o duygunun ölünceye dek süreceğini nasıl bilebiliriz.

Sevgi; iki insanın birbirlerine varlıklarının özünden bağlanması, dolayısıyla her birinin de kendisini varlığının özünden tanıması durumunda doğabilir ancak. İnsan gerçekliği de, canlılığı da, sevgisinin temeli de işte bu "özden tanıma" yaşantısında yatar. Böyle yaşanan sevgi sürekli bir meydan okumadır; bir dinlenme yeri değil, tersine, birlikte oluşma, büyüme ve çalışmadır; uyum ya da çatışma, neşe ya da üzüntü olup olmaması bile önemsizdir artık; temel gerçek şudur: İki insan birbirlerini varlıklarının özünden tanırlar, kendilerinden kaçmak şöyle dursun, kendilerini buldukları için bir olurlar.

Sevginin var olduğuna bir tek kanıt vardır ancak; bağlılığın derinliği, seven kimselerin canlılığı ve güçlülüğü; Budur sevginin bulunduğunu gösteren meyve.

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Hicab - Ebu'l A'lâ el-Mevdûdi (Kitaplık)

                                                      
                          Hicab - Ebu'l A'lâ el-Mevdûdi

Nerede bir ahlâkî çöküş, heva ve heveslerin "peşinden gidiş, şehevî arzulara tapmış olursa, orada toplum ya da millet gerçekten korkunç bir tehlikeye varmış demektir.

Nerede bir ahlâkî çöküş, heva ve heveslerin "peşinden gidiş, şehevî arzulara tapmış olursa, orada toplum ya da millet gerçekten korkunç bir tehlikeye varmış demektir.

Evet, bir toplumun kadınıyla erkeğiyle, yaşlısı ve genciyle durumları bu olur ve hayvânî arzularına esir olurlarsa, böylesi bir çirkefe bulanırlarsa; bu cinsel aşırılık onları ister istemez öylesine bir uçuruma yuvarlar ki, sonuçta doğal olarak o toplum ya da millet içinde helakin, yok oluşun ve ortadan kalkışın tüm nedenleri de var olur. İşte şu yok olmaya yüz tutan ileri toplumlar...

Kendileri bir ateş çukurunun kenarında bekleyip durmaktalar. Her an oraya kayıp yok olacaklardır.

Giriş

Abbasîler döneminde, Bağdad'da, ikindi vaktinde bir genç kız evine dönmektedir. Yürürken iffet ve hayasına özen göstermektedir. Tav
ır ve hareketlerinde, kötü gözleri harekete geçirecek bir tutum da sergilememektedir. Ancaularının ve hayvanî arzularının etkisiyle bu kızın peşine takılmaya başladı. Genç kızın onurlu ve sakince yoluna devamı, peşine takılan genci, ona sarkıntılıkk içinde kötülük taşıyan bir genç, kötü duyg etmekten uzak tutuyordu. Ama buna rağmen genç, kızı izlemeyi sürdürüyordu.

Bu sırada ikinci bir genç olayı gördü; merak amacıyla, sonucu görmek için ikisini de izlemeye koyuldu. Zaten insanoğlu karakteri gereği hep böyle değil midir?

Derken üçü de peş peşe yollarına devam ediyorlardı. Nihayet yol ayrımına gelmişlerdi. Kızı izlemekte olan genç, pek cesaretli olmaksızın kıza yöneldi ve ona şöyle dedi:
"Allah, Ali b. el-Cehm'e rahmet eylesin."1

Böylece yoluna devam etti, bu sözleriyle kızdan kendisine bir umut cevabı bekliyordu. Fakat beklentisinin aksine o, genç kızdan şunları işitiyordu.
"Allah Ebu'l-A'lâ'ya rahmet eylesin."2
Kız ise bu sözüyle ona bir başka yolda olduğunu bildiriyordu.
Onların ikisini izlemekte olan öteki genç duyup gördüklerinden dehşete kapıldı ve fakat işin sonucunu da öğrenmek istiyordu. Erkeği izlemesi durumunda zarar görebilirim endişesiyle, onu izlemek yerine genç kızı izlemeyi seçer. Çünkü iki serden en hafifini tercih etmek istiyordu.
Daha sonra genç tüm gücünü toplar ve kıza şöyle seslenir:
"Beni bağışlayın ama sayın genç bayan! İkinizin durumunda da şaşkınlık
verecek bir şey sezdim. Ben seni izlemekte olan genci izliyordum. Bu arada aranızda duyduklarımın dışında da bir şeyler konuştuğunuzu görmedim. Allah aşkına söyler misin, nedir o söylenenlerin anlamı?
Bunun üzerine genç kız, durumu ikinci gence anlatmak için, "Allah, Ali b. Cehm'e rahmet etsin" ifadesinden maksadı bana şu şiiri hatırlatmaktı:
"Vahşî sığırların gözü Rasafe ile Cisr arasından3
Arzularını diledikleri yerden çekiyorlar, ancak ben bilemiyorum."
Genç, bana Ali b. Cehm'in bu dizelerini hatırlatarak, bana sahip olacağını sanıyordu. Ben de "Allah, Ebu'l-A'lâ'ya rahmet etsin." sözleriyle, ona şunu hatırlatmak istiyordum:
"Ey evi Hîf denen mevkide bulunan kişi, bil ki onun mezarı
Yakındır ama, çevresi umulmadık korkularla çevrili"

Böylece genç durumunu takdir etti, kendini nasıl bir son beklediğini anladı, hemencecik oradan sessizce kaçıp uzaklaştı.
1 Ali b. Cehm. Gazelleriyle meşhur Abbasî şâiri.
2 Ebu'1-A'lâ el-Maarrî. Tanınmış âmâ şâir.
3 Rasafe, Cisr ve Hîf, Bagdad'da mahalle isimleridir. (Yayıncı.)
İşte mü'min kardeşim, durum böyledir. Biz, nefs-i emmâ-renin insana hep kötülükleri süslü gösterdiğini görmekteyiz, kadın ve erkek için aynı. Hep şehevî duyguların ardından koşmak. Evet eğer ortada güçlü, küçük ve büyük herkesin boynunu eğen bir engelleyici hal yoksa durum böyledir. Değerli âlim Ebu'1-Aİâ el-Mevdûdî'nin elinizdeki bu kitabında da belirttiği gibi yüce Allah, karışık bir halde bir arada bulunmanın şerrinden bizi korusun. Çünkü kadının saygınlığı ve özgürlüğü, doğrusu şüphelerin olduğu yerlerden uzakta olmaktadır.


Ebu'l A'lâ el-Mevdûdi        Ağaç yayınları             Çeviren: Harun ÜNAL

İyilik ve Kötülük..

Yaşlı Kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.


Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine.
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.

'Onlar' dedi, 'benim için iki simgedir evlat.'

'Neyin simgesi' diye sordu çocuk.

'İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük
içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm.
Onun için yanımda tutarım onları.'

Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:

'Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?'

Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:

'Hangisi mi evlat? Ben hangisini daha iyi beslersem!..



İnsanlara Öyle mi Dedirtseydik?

Hz. Ömer arkadaşlarıyla sohbet ederken, üç delikanlı, yanlarında bir genç adamla huzura gelir: 

 
- Ey halife, bu adam bizim babamızı öldürdü. Diyet kabul etmiyoruz, kısas istiyoruz. Ne gerekiyorsa lütfen yerine getirin. 
 
Hz. Ömer suçlanan adama "söyledikleri doğru mu?" diye sorar. 
 
Suçlanan adam suçlamayı kabul eder: "evet doğru". 
 
"Anlat bakalım nasıl oldu" diye sorar, genç adam anlatır: 
 
- Ailemle beraber gezmeye çıktık, kader bizi arkadaşların bulunduğu yere getirdi. Ne yaptıysam atımın bu arkadaşların bahçesinden meyve koparmasına engel olamadım. Arkadaşların babası içerden hışımla çıktı atıma bir taş attı, atım oracıkta öldü. Öyle bir attı ki gören bir defa daha bakardı; öyle güzeldi... Nefsime bu durum ağır geldi, ben de bir taş attım, babası öldü. Durum bundan ibaret. 
 
- Söyleyecek bir şey yok. Madem suçunu da kabul ettin, maktulün çocukları diyete de razı olmadığına göre cezan malesef cana karşılık can,
der Halife Ömer. Delikanlı söz alarak: 
 
- Efendim bir özürüm var. Ben memleketinde zengin bir insanım, babam, rahmetli olmadan bana epey bir altın bıraktı. Kardeşim küçük olduğu için saklamak zorunda kalmıştım. Şimdi siz bu cezayı infaz ederseniz yetimin hakkını zayi ettiğiniz için Allah cc indinde sorumlu olursunuz, bana üç gün izin verirseniz ben emaneti kardeşime teslim eder gelirim, bu üç gün için de yerime bir kefil bırakırım, der. 
 
Hz. Ömer: 
 
- Burada kimse seni tanımaz. Senin yerine kim kefil kalır ki? 
 
Genç adam ortama bir göz atar ve Hz.Ömer'in arkadaşlarından biriyle gözgöze gelir: 
 
- Bana kefil olur musunuz?
 
İhtiyar razı olur. Bu, Peygamber Efendimizin en iyi arkadaşlarından, daha yaşarken cennetle müjdelenen Amr Ibni As' dan başkası değildir. 
 
Genç adam serbest bırakılır. O gittikten sonra Hz.Ömer şaşkınlıkla sorar:
 
- Ey Amr. Adamı hiç tanımıyorsun. Nasıl olur da ona kefil olursun?
 
Amr utanarak başını öne eğer:
 
- "İnsanlık öldü" mü dedirtseydim Ömer?
 
Üçüncü günün sonunda vakit dolmak üzeredir, ama gençten bir haber yoktur. Medine'nin ileri gelenleri Hz. Ömer'e çıkarak genç adamın muhtemelen gelmeyeceğini, Amr'a verilecek idam yerine maktulün diyetini vermeyi teklif ederler. Gençler razı olmaz: babamızın kanı yerde kalsın istemiyoruz derler. Hz. Ömer çok üzgündür ama kendinden beklenen cevabı verir: 
 
- Kefil babam olsaydı fark etmezdi, cezayı infaz etmek zorundayım. Amr da tam bir teslimiyet içerisindedir: 
 
- Biz de sözümün arkasındayız.
 
Bu arada kalabalıkta bir dalgalanma olur ve insanların arasından genç adam görünür.
 
Amr Ibn As, üzgün; 
 
- Evladım gelmemek için önemli bir sebebin vardı, neden geldin? 
 
Genç gözleri sisli: 
 
- Amca, "ahde vefa kalmadı" mı dedirtseydim? 
 
Kısa bir sessizlik olur. Gözler buğulanmıştır.
 
Babalarını kaybeden acılı gençler birbirine bakar ve en büyükleri bitkin bir sesle konuşur: "şimdi biz merhametli insan kalmadı mı dedirtelim... davadan vazgeçiyoruz".

 İslami Kaynaklar
--
PRIMUM NON NOCERE
http://ismetsoner.spaces.live.com
http://groups.google.com.tr/group/bursaforum
(Kızgınlıkla karar almayın, mutluluktan uçtuğunuzda söz vermeyin. İkisi de sarhoşluk ânıdır, akıl başta değildir)

Zaman yazarı Erbakan'ı eleştirip Yahudileri övdü


Zaman gazetesinin öteden beri Millî Görüş lideri Erbakan ile yıldızı hiç barışmamıştır. Erbakan'a karşı bu tavrın bir ölçüde Fethullah Gülen ile arasındaki ilişkiden kaynaklandığı söylenebilir. Ancak şu ana kadar pek gün yüzüne çıkmayan bu durum, Zaman gazetesinde dün yayımlanan bir yazıyla patlak verdi. Erbakan'ı "bilgisi kıt" nitelemesi başta olmak üzere ağır ifadelerle eleştiren Zaman gazetesi yazarı Sami Uslu, Erbakan'ın Siyonistleri eleştirmesine tepki verdi ve Yahudilerin başarısını öne çıkaran bir yazı kaleme aldı. İşte Sami Uslu'un o yazısı:

Sami Uslu'nun yazısı:Yahudiler neden başarılı?

Ülkemizin kadim politikacılarından Profesör Necmettin Erbakan, seçim kampanyası sırasında AK Parti'yi Siyonizm'in hizmetinde bir parti olarak gösterdi, bu arada İsrail, Siyonistler ve tüm Yahudilerin Türkiye'yi nasıl sömürdüğünü anlattı. Ancak Erbakan çok ağır iddialarını destekleyecek hiçbir somut belge ortaya koyamadı.

Belli ki, iyi bir mühendis olmasına rağmen, bazı konularda bilgisi çok kıt. Erbakan'ın birkaç alkış ve birkaç oy uğruna Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını en ağır ve en mesnetsiz şekilde karalaması, ibretlik bir olay. Aslında, bu iddiaların seçim sandığına yansımadığını gördüğümüze göre Erbakan'ın bu kötülemelerini fazla ciddiye almak hatalı olabilir. Ama bu vesileyle Yahudilerin iş âleminde neden başarılı olduğuna değinebiliriz.

Avrupa ve Amerika'da Yahudilerin iş hayatındaki çarpıcı muvaffakiyetleri hep tartışıla gelmiştir. Bu; tarihi, sosyolojik, kültürel ve tabii ekonomik yönleri olan karmaşık ve derin bir konudur. Kişisel kanımca Musevilerin iş hayatında öne geçmelerindeki en önemli faktör, finans işlerine ağırlık vermeleri ve bunda çok başarılı olmalarıdır. Tarih boyunca Yahudiler, Avrupa'da bir ülkeden öbür ülkeye sürüldüler ve Osmanlı İmparatorluğu hariç hiçbir yerde kendilerine güvenli bir yurt bulamadılar. Böyle bir durumda süreklilik gerektiren ziraat ve sanayi işlerine girmeleri mümkün olmadı. Çünkü bu sektörler taşınmaz mal edinmeyi gerektiriyordu. Her sabah ülkeden kovulma korkusuyla uyanan insanların söz konusu sektörlere rağbet etmeleri mantıksızdı. Kralın bir fermanıyla ülkeden kaçmak zorunda kaldıklarında tarlalarını, imalathanelerini, makine veya aletlerini terk etmekten başka çareleri yoktu. Dolayısıyla Musevi işadamları için en uygun iş ticaret ve finanstı. Finansta zaman içinde nakit paranın bir menkul değer de ifade edilebilmesi çok ciddi bir avantaj sağlıyor. Hisse senedi, tahvil, çek, makbuz vs. gibi menkul değerler kasada hatta ceplerde bile kolayca taşınabiliyordu. Bu kâğıtlara sahip bir Musevi, başka bir ülkeye göç etmek zorunda kaldığında ciro işlemiyle kâğıdı satıp nakde çevirebiliyordu. Daha sonraları, Museviler önemli bir icatta bulunarak hamiline menkul değeri geliştirdiler. Böylece kıymetli bir evrakı üzerinde hiçbir işlem yapmadan sadece elden teslim ile satmak mümkün oldu.

Musevilerin finans konusundaki başarıları günümüzde uluslararası bankaların sermayedarı olmalarına kadar vardı. Çağdaş ekonomide katma değer meydana getirme bakımından finansın göreceli payı tarım ve sanayiye göre çok büyük bir artış gösterdi. Bu gelişme de finansta usta olan Musevilerin etkinliğini artıran bir faktör olsa gerek.

Lafı Türkiye'nin kalkınmasına getirirsek, finans bilimi ve uygulamasının ülke refahını sağlama yolunda elzem olduğunu tartışmamıza bile gerek yok. Peki 'Türk'ten finansçı olur mu?' derseniz buna en büyük örnek merhum Turgut Özal'dır. Rahmetli Özal, gelir ortaklığı senedini dizayn edip pazarlayarak orijinal bir finansman tekniği ortaya koydu. Bugün bile menkul kıymetleştirme denen operasyonları Batı'da bile ancak uzman şirketler yapabilmektedir.

Gittikçe küreselleşen ve Batı finans dünyasında yıldızı her gün yükselen İslami bankacılık, Arapların da finans konusunda başarılı olabileceğini somut biçimde ortaya koyuyor.

Finans dünün ve bugünün temel konusudur. Öyleyse, başkasına gereksiz laf etmek ve desteksiz iddialarda bulunmak yerine, finansta yenilikçi (inovatif) bir yol izleyerek finans kurumlarımızı ve enstrümanlarımızı geliştirirsek uluslararası rekabette önemli avantajlar sağlarız.

zaman

Çocuğunuzun Size Hakaret Etmesini Sağlamanın Yolları


Onların yanında eşinizle birbirinize hakaret edin
 
Çocuğunuz bir hata yaptığında kendisini savunmasına izin vermeyin.
 
En küçük kabahatini cezalandırın. Her hareketini eleştirin.
 
Konuşmak istediği zaman azarlayarak susturun.
 
Başkalarının yanında suçunu ifşa ederek onu mahcup edin.
 
"İye yaramaz, nankör bir çocuk olduğunu" söyleyin.
 

Böylesine horlanan ve hakâret gören çocukların mutlaka ve en kısa müddet zarfında size hakâret etmeye başlayacaklarından emin olabilirsiniz.

 

 
 
Birinci Hikâye
 

            Çabuk sinirlenen bir baba ile aşırı alıngan bir anne tanımıştım. Kocası esasında kötü niyetli biri değildi. Ancak kızdığı zaman gözü hiçbir şeyi görmez, ağzına geleni söylerdi. Çabuk sinirlendiğini bildiği için, genellikle söze çok kibar başlardı:

            -Güzelim, gözünden kaçmış galiba. Oğlumuz bir haftadır kolu sökük ceketle gidiyor okula.

            Kadının çok alıngan  olduğunu söylemiştik ya: vay efendim, sen misin bunu diyen!

            -Sen çok nankör bir adamsın! Yaptığım hizmetler gözüne dizine dursun! Evde kaldığını gün, ne yapar eder, bir huzursuzluk çıkarırsın. Ceketin söküğü bahane. Senin niyetin tatsızlık çıkarmak.

            Adam bütün iyiniyetine rağmen, kendisini yanlış anlayan karısına kızar, nezaketi unutuverirdi.

            -Asıl nankör olan sensin! Sana sadece ceketin söküğünü dik dedim. Hem suçlusun hem güçlü. Evi pislik götürür, oturup televizyon seyredersin. Kirli gömlekle işe gönderirsin sesim çıkmaz. Yeter be! Sabrın da bir sınırı var.
 

            Adam bitirince kadın başlardı saymaya;

            -Ha haay! Güleyim bari. Bir de tutmuş kadın beğenmiyor. Sanki sen çok matah bir erkeksin. Doğru dürüst bir iş becerdiğin olmuş mudur? Söyle bakayım, daha dün damı aktarmak için çatıya çıkıp da kiremitlerin yarısını kırmadın mı? Çocukların da sana çekmiş.

            -Yine saçmalamaya başladın. Ben mi doğurdum ki bana çeksinler. Asıl sana çekmişler. Annenin lâkabı "Pasaklı Kezban" değil mi? Sen, ye iç de dua et; benim gibi bir adama düşmüşsün. Yoksa ya evde kalmış veya çoktan boşanmıştın.

            -Şuna bakın! Kendini kaf dağında görüyor. Ayol, senin gibi sersemi nerede olsa bulurdum.

            -Bana bak kadın, ağzından çıkanı kulağın duysun. Sersem olan sensin. Şu pasaklı hâline bak. Çingene karısı bile senden daha düzenlidir.

            Çocuklar bu kavgalara öyle alıştılar ki; kısa bir müddet sonra onlar da birbirlerine hakaret etmeye başladılar. Aralarına girmeye çalışan anne ve babalarına  da hakaret etmekten çekinmediler.

 
 
İkinci Hikâye
 

            Adam içkiye düşkün biriydi. Bir iki kadehten sonra gevezeliği tutar, çocukları etrafına toplayarak başlardı hikâyeler anlatmaya. Anlattığı hikâyelerin çoğu da çocukluğunda yaptığı haşarılıklarla ilgili hikâyelerdi.

            Büyüklerin arkasına saklanarak çadır tiyatrosuna nasıl parasız girdiğinden başlar, komşuların bahçesinden nasıl meyve çaldığını, annesine hissettirmeden mutfaktan nasıl pasta aşırdığını, imtihanlarda nasıl kopya çektiğini, arkadaşlarının sandalyesine raptiye koyarak onları nasıl zıplattığını, kedilerin kuyruğuna teneke bağlayarak nasıl eğlendiğini ballandıra ballandıra anlatırdı.

            Çocuklar da onu anlatmaya özendirmek için kahkahalarla güler, yemeği unutur, kaşığı çatalı bir tarafa bırakırlardı. Kendini dikkatle dinlemelerinden zevk alan baba, "Hey gidi çocukluk yılları hey! Ne tatlı, ne neş'eli günlerdi onlar" diyerek yeni hikâyelerine başlar, onları imrendirirdi.
 

            Derken seneler geçti ve babalarının bu "kahramanlık hikâyeleri" ile büyüyen çocuklardan mahalle halkı yaka silker oldular. Gün yoktu ki, birisi babasına şikâyete gelmesin. Baba da duydukları karşısında çok üzülüyordu. Bir gün onları etrafına topladı, nasihat etti. Nasihatin işe yaramadığını görünce  bu sefer; "Bir daha böyle yaramazlıklar yaptığınızı duyarsam; döverim, asarım, keserim" diye tehditler savurmaya başladı. Çocuklarının neden bu kadar yaramaz olduklarını bir türlü anlayamıyordu.

            Ama bütün bunlar nafileydi. Çünkü çocuklar, babalarının bu kuru tehditleri karşısında bıyık altından gülüyor; "Haydi canım sen de! Sanki sen de aynı şeyleri yapmadın mı?" diyorlardı.


 
 Crab Book, C.G.Salzman
--
PRIMUM NON NOCERE
http://ismetsoner.spaces.live.com
http://groups.google.com.tr/group/bursaforum
(Kızgınlıkla karar almayın, mutluluktan uçtuğunuzda söz vermeyin. İkisi de sarhoşluk ânıdır, akıl başta değildir)

Hürriyetin Cenneti ve Cehennemi

Yazan: irtica

cennet cehennem

 

Hürriyet gazetesi çeşitli dinlerde Cennet ve Cehennem inanışını ele almış. Her zaman yaptığı gibi diğer dinlerin inanışlarını anlatırken tarafsızlığını korumuş, anlayışlı davranmış ama İslamın cennet anlayışını anlatırken İslam düşmanlığı yine nüksetmiş. Diğer dinlerdeki cennet anlayışını verirken yorum yapmamış ama Müslümanlara gelince yine ayarı kaçırmış. Bence bu İslama karşı olan hınçlarını kontrol edememelerinden kaynaklanıyor. Biz her zaman söylüyoruz bunlar dinlere karşı değil İslama karşı diye. İslam düşmanlığı bu beylerin kanlarına işlemiş.

 Şu linki inceleyin benim dediğime hak vereceksiniz.

Ben de Hürriyetin internet sayfasını inceleyerek Hürriyetin Cennet ve Cehennemini araştırdım:


1-Hürriyetin cenneti İsrail ve Avrupa, cehennemi ise müslüman coğrafyası.


2-Hürriyetin cennetinde lüks ve sefahet içinde yaşanıyor , cehennemi olan islam dünyasında ise açlık, susuzluk yaşanıyor.


3-Hürriyetin cennetinden birileri ülkemize gelse krallar gibi ağırlanıyor, seviliyor, yalakalık yapılıyor. Cehenneminden birisi gelse " git burdan pis Arap, ülkemizi terket" diye kampanyalar yapılıyor.


4-Hürriyetin cennetinden ülkemizi söğüşlemeye gelenler "ülkemize yatırımlar artıyor" şeklinde takdim edilirken, cehenneminden gelenler "ülkemiz araplara satılıyor,yetişin kovalayın,oldurmayın aldırmayın" nidalarıyla karşılanıyor.


5-Hürriyetin cenneti olan İsrail ve Avrupadan eli kanlı katiller,  "Atatürk benim liderim dedi" manşeti ile pohpohlanırken,  cehennemi olan ise müslüman coğrafyasından biri gelse "Atatürk bunları sevmezdi" diye hedef gösteriliyor.


6-Hürriyetin cennetinde kadınlar sanat dergilerine erotik pozlar vererek halkın sanat duygusunu kamçılarken, cehenneminde kadınların kapatılması ve güzelliklerinin herkesle paylaşılmaması cinayet olarak gösteriliyor.


7-Hüriyetin cennetinde kadın-erkek toplu halde stadlara,sokalara doluşarak çıplak pozlar veriyor ve sanata katkıda bulunuyorlar, cehenneminde ise haremlik selamlık uygulandığı için kimse kimsenin sanat duygusunu kamçılamıyor.

8- Her türlü cinsi sapkınlık kutsanıyor;Lezbiyenlik,geylik Hürriyetin cennetinde baş köşede oturuyor. Cehenneminde ise insanların tek eşli hayata mahkum kalması zevksizlik,heyecansızlık ve banallık olarak yansıtılıyor.
10-Sporcular açıldıkça hürriyetin cennetine girmeye hak kazanıyor,makbul oluyor,  kapandıkça  cehenneminde yer alıyor menfur sayılıyor. İçki içerse makbul, zemzem içerse menfur.

9-Cennetlerinde erkekler matruş, bıyıksız, kulaklarında küpe, burunlarında halka, gövdelerinde dövme var. Cehennemlerinde erkekler sakallı, başlarında takke var. Sürekli ibadet ediyorlar. Haccediyorlar, sa'yediyorlar,  ne kulaklarına küpe takıyorlar ne de vücutlarına dövme yaptırıyorlar.



Eğer Sevda Sevgiliye Kendini Adamaksa, Eğer Sevgi Kardelen Çiçeği Gibi Hürriyete Açmaksa, Şehadet En Büyük Aşk Şehit En Büyük Aşık İse Kendimi Yoluna Adıyorum

YA RESULALLAH!!!
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
İyi ki doğdun Efendim (sallallahu aleyhi ve sellem)