30 Mart 2008 Pazar

DiNLER ARASI DİYALOG BİR MASALDIR..

Bir Alman, büyük bir dinî cemaatin merkezi İstanbul'da bulunan tv'sinde dinlerarası diyalog programı yapıyor... Programın açılışı şöyle: Ekranda Sultanahmet Camii görünüyor bütün haşmetiyle... Kubbesinin ardından bir haç görünmeye başlıyor... Büyük bir haç... Haç yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor ve camiden büyük hale geliyor, cami haçın gölgesinde kalıyor...
Bendeniz bu fotoğrafı sütunumda basarak, ismini vermeyeceğim tv müdürlüğünden açıkça sordum: Böyle bir program yaptınız mı, yaptınız ise açıklaması nedir?


Cevap vermediler...
Kur'an'a, Sünnete, İcmâ-i ümmete uygun İslâm 14 asırdan beri orijinal şekliyle devam ediyor. Dinimizde, başka dinlerde olduğu gibi ana kaynakların kayb olması, esasların tahrif edilmesi (çarpıtılması) talihsizlikleri görülmemiştir. Sadece, Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi birtakım fırkalar zuhur etmiştir. Hadîs şudur

"Ümmetim yetmiş üç fırkaya (parçaya) ayrılacaktır. Bunlar, biri dışında cehennemliktir. Ashab soruyor: Kurtulacak olan parça hangisidir? Efendimiz: Benim ve Ashabımın yolundan gidendir cevabını vermişlerdir."
İslâm'ın uzun tarihinde zuhur eden fırkalardan biri "Kargacılardır" (Gurabiye taifesi). Bunların inancı şöyledir: Peygamberlik asıl Hz. Ali'ye verilecekti. Cebrail, vahyi getirirken, Hz. Ali ile Hz. Muhammed birbirlerine çok benzedikleri için şaşırdı ve Ali'ye tebliğ edeceğine Hz. Muhammed'e verdi..." (Gurab Arapça'da karga demektir)
İslâm tarihinde zuhur etmiş fırkaları, taifeleri öğrenmek isteyenler mufassal (ayrıntılı bilgi veren) kelam kitaplarını okuyabilir.

Hindistan'da zuhur etmiş bir din veya fırka var. Bunlar Kadiyanîlerdir. Mirza Gulam Ahmed Kadiyanî denilen kişi peygamber olduğunu, kendisine Arapça, Sanskritçe ve başka dillerde vahiy geldiğini iddia etmiştir. Emperyalist İngilizlerden destek ve yardım görmüş, gerçek Müslümanlıktaki cihad farizasını kaldırdığını ilan etmiştir. Birkaç madde hariç İslâm'ın diğer emir ve yasaklarını yerinde bırakmıştır. Bunlar kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmıştır. Bir kolunun Kelime-i Şehadeti şöyledir: "Ben Allah'tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna ve Mirza Gulam'ın nebi olduğuna şehadet ederim...". Kütüphanemde Moris adasından (Mauritius) gönderilmiş Fransızca bir ilmihal kitabı var, Kadiyanîler tarafından yayınlanmış. Onun kapağında Arapça böyle bir "Şehadet" yer alıyor.

Tabiî ki, böyle bir inanç ve iddia küfürdür. Bu yüzden Pakistan'da ulema, Kadiyanîlerin Müslüman olmadıklarına dair fetva ve hükümler vermiş, parlamento da Kadiyanîliğin bir mezhep değil, din olduğuna dair kanun çıkartmıştır. Kadiyanîlerin Avrupa şehirlerinde camileri de bulunmaktadır

Kadiyanîliğin en ılımlı kolu, Mirza Gulam Ahmed'in, nebi değil müceddid olduğuna inanan Lahorîlerdir.

1960'ların başlarında Kudüs'ün Arap bölümünde toplanan İslâm kongresine gitmiştim. O tarihte, kutsal şehrin tamamı İsrail'in elinde değildi, bir kısmı Ürdün'e aitti. Kongreye Kadiyanîlerden de delege gelmişti. Bizim gibi namaz kılıyorlardı ama itikadlarında, yukarıda anlattığım gibi büyük ve korkunç bir bozukluk vardı.
İslâm tarihinde zuhur etmiş sapıklıkların çoğu, birtakım hizip, fırka ve kliklerin kendi başlarındaki reisleri tanrı veya peygamber ilan ederek putlaştırmalarından kaynaklanmaktadır. Yine İslâm tarihinde hayli sahte Mesih vak'aları vardır.
Kur'an, Yahudi ve Hıristiyanları kendi ruhbanlarını erbab (tanrılar, rabler) haline getirmekle kınıyor. Bunda biz Müslümanlar için uyarılar vardır. Din büyüklerimizi, imamlarımızı, ulularımızı asla erbab haline getirmemeliyiz. Aksi takdirde dinden çıkar, ebedî felakete uğrarız.

Zamanımızda, eski asırlarda görülmemiş sapıklıklar ortaya çıkmıştır. Bir kısım Müslümanlar agresif İslâm düşmanı Haçlıları ve Siyonistleri dost ve velî (idareci) edinmişlerdir...

Kur'an, Sünnet ve icmâ İslâm'ı tek hak din olarak gösterdiği halde birtakım kişiler ve cemaatler, tahrif edilmiş dinleri de hak olarak kabul ediyor ve onların (Hz. Muhammed'i ve Kur'an'ı inkar eden) bağlılarının ehl-i cennet olduğunu söylüyor.


Bu yeni fırkaların müntesipleri (bağlıları), kendilerini uyaran, tenkit eden din kardeşlerine düşman oluyor, kuyularını kazan din düşmanlarıyla dost oluyor.


Bu anlattığım konularda Müslüman halkın ve gençliğin çok açık şekilde ve dinî gerekçeleri gösterilerek uyarılması din otoritelerinin en büyük vazifesidir. Lakin bu vazife yerine getirilmiyor.


Ankara'daki Diyanet'in üzerinde çok ağır baskılar vardır. Diyanet'in, Dinlerarası diyaloğu desteklemesi isteniyor. Nitekim güney illerimizden birinde bir dinlerarası bahçe yapılmış, buraya bir sinagog, bir kilise, bir de mescid inşa edilmiş ve büyük resmî törenle hizmete(!) açılmıştır.


Başka bir güney vilayetimizde bir yere tahtadan salaş bir köprü yapılmış, bunun üzerinden bir haham, bir papaz, bir de sarıklı ve cüppeli hoca geçirilerek dinlerarası diyalog ve kardeşlik tiyatrosu oynanmıştır.


Bozuk fırkaların bağlıları, kendilerine yöneltilen tenkitlere müthiş öfkelenmekte, uyarıları yapanlara sövüp saymaktadır.


Yeni türeyen fırkalarla, bilhassa diyalog fırkasıyla ilgili olarak bir ulema kongresi toplanmalı ve bu konuda, bir buçuk milyarlık İslâm dünyasına hitaben bir bildiri yayınlanmalıdır. Bu kongrenin gündeminde şu maddeler bulunmalıdır:

1. İslâm dini, Allah katında yegane hak dindir. Ondan başka, hak din yoktur. İslâm, hak din olmakta müşareket (ortaklık) kabul etmez.


2. Hazret-i Muhammed'in (Salat ve selam olsun O'na) risaletini (Resullüğünü kabul etmeyen, O'nu yalanlayan, O'na iman etmeyen) kimseler ve cemaatler ehl-i necat ve ehl-i cennet değildir.


3. Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah biz mü'min kullarının, İslâm düşmanlarını dost ve velî edinmesini kesin olarak yasaklamıştır.


4. Tevhid inancı ile Teslis inancı asla bağdaşmaz.

Türkiye'de medreseler kapatıldığı için din kültüründe büyük bir kopukluk olmuştur. Mısır'da, Hindistan'da, Pakistan'da, Arap ülkelerinde büyük ve güvenilir medreseler, İslâm üniversiteleri, ulema, müftüler bulunmaktadır. Diyalog meselesi ve diğer yeni fırkalar bunlar tarafından araştırılıp incelenmeli ve Müslümanlara bu araştırma ve incelemenin neticesi (halkın kolay anlayacağı bir lisan ile) ilan edilmelidir.
Benim yukarıda yaptığım tekliflerin hiçbir Müslümanı ve mü'mini gocundurmaması gerekir.


Şu veya bu şahsı hedef alarak söylemiyorum ama zamanımızda Türkiye'de ve başka İslâm ülkelerinde mehdi olduklarını iddia eden kimseler bulunmaktadır. Bunlar açıkça ilan-ı mehdiyet edemedikleri için gizlice propaganda yapmakta ve halkın taraftarlığını ve parasını toplamaktadır.

Bu konu hakkında da Müslüman halk uyarılmalıdır,(Dinlerarası Diyalog hakkında bilgi edinmek isteyenler www.diyalogmasali.com sitesine müracaat edebilir.)

Mehmet Şevket Eygi /milli gazete

Sermayenin İmanı da,Siyasetin İmanı da Yahudi'ye Çalışıyor...

Sayın Emekli Asker kardeşim, (Zeki KENTEL)
 
Ülkerle ilgili olarak Soner Yalçın'ın Kitabını oku yeşilin altında yatan gücün ne olduğuna öyle karar ver.Yurdum insanlarını ise yeşile, kırmızıya da takma.Ülkem de gelecek varken, o ateşi söndürme gayretiyle dış güçlere, hizmet etmeyelim.
 
Asıl, ülkemizdeki ekonomik güç, seçimlerden önceydi, bu ülke insanı için ne dedi(muhtemelen sarhoşken,Cem Hakko):"Bu ülkede kim iktidara gelirse gelsin, Türkler işçi biz(Yahudiler) patronuz."Basına da yansı dı.Ama hatırlarsanız.
 
Bitti laf.Sen neyi konuşuyorsun ki.Onun açığa vurduklarını gizleme niyetin olmadığını biliyorum.Ama sen de böyle konuşarak, bu memlekete hizmet ettiğini sanma.Bu millet karnını doyurmak için namusuyla işçilik yapıyor.Birileri bundan besleniyor.Bunlar;yeşil,sarı,Mavi-sermyae..Dini ırkı ve milliyeti,hizmeti nereye ne şekilde olan olursa olsun. Milletimiz kaybediyor ve Türk ve İslam düşmaları bu ülkeyi sömürüyor.Görüyoruz ki;Sömürgeleşen beyinlerle sömürü derinleştirilmiştir.O halde Lütfen dikkat çekerken,dikkat çektiğinizi de unutmayın lütfen..
 
Ben ülkemizde kalan ve dış güdümlü olmayan dışarda da kendine yayılma istidadı gösteren bütün Türk ve İslam sermayesine canım kurban.Keşke gerçekçi değerlendirmeler,kayda değer gelişmelerimiz olsun.Ayıp olmuyor mu insanları inançlarına göre dışlamak.Bu fitneye hizmet etmenin daniskası..
 
Sen yeşil derken müslümanları da ülkerin kucağına ittiniz.Yanlışlar çok.Konuşmakla da biteceğe benzemiyor.En iyisi mi Mavi sermayenin asıl renklerinden bahsetmek lazım.O zaman ben size mavi sermayenin varolma savaşında ki Taktiklerinden vereyim.Belki fikir sahibi olduğunu sandığımız şeylerin bile yahudi siyonist sermayesine dikkatleri çekmemize neden olur.
 
Bakın arkadaşlar bu fırtınaları kopartan arkadaşlar bilerek veya bilmeyerek nerelere hizmet ediyorlar.Yorumsuz veriyorum.Ama yoğunlaşarak düşünün. Dikkatinizi şu iki paragrafa verin lütfen:
 
"Siz,kuvvete karşı duramazsınız.O halde şöyle yapın:Kuvvetleri dağıtın,araşlarına girin parçalayın,karışıklardan faydalanın.Duygularınızı gizleyin,açığa vurmayın.Elinize fırsat geçtiği zaman düşüncelerinize karşı gelecekleri merhametsizce yok edin.Yapılan kötülükleri hafızanızda saklayın.Siz başka türlü var olamazsınız".[Cemal Kutay_Tarih Konuşuyor dergisi s.1233]
 
Evvela düşmanının inancını kıracaksın.Kendine güvenini yıkacaksın. Onu ahlaksızlığa sokacaksın.Aile bağını çözeceksinToprağının gelirini eline alacak, O'nu sen emeğnin uşağı yapacak, alıp sattıklarına aracı olacaksın.Gaye için herşey mübahtır.Zamanın acele etmesini bekleme... Sen zamanın ardından git.Sen bırakma,nasıl olsa onlar bırakacaklar ve meydan sana kalır.[C.Kutay_a.g.e -s:1116]

Bunlar Yahudilerin Dünya hakimiyetine sermaye olarak varışının imani delilleridir.Sana da hakim değil mi.Seni Krizlerle yönetip,kendini beslemiyor mu?



--
Tarihine sahip çıkmayanların,istikballeri olmaz.  
اللهم صلي وسلم وبارك عليك يا حبيبي ياشفيعي يا قرة عيني يا محمد
Yavuz Sultan Selim Diyor ki:

Bu seferlerimiz, bu sıkıntılarımız ve bu perişanlıklarımız, hep gönülleri birleştirmek, İslam Birliğini tesis etmek içindir.

Mülk Allah'ındır. Kim Allah'ın yardımı olmadan istediğini elde etmede zafere ulaştığını söylerse, Allah onu kahreder ve aşağı derecelere indirir.

Vükela ve ümeranın süslü elbiseler giymesi, padişahlarına tazimden ileri gelir. Biz Allah'tan başka kime tazime mecburuz ki, bu külfeti ihtiyar edelim? Bizim Padişahımız vücudu saran libasa değil, ruhun içindeki inanca bakar.
                      
Serhat ERDEMLİ

29 Mart 2008 Cumartesi

NECiP FAZIL'IN AŞKI

üstaz kısa anlattı; ama biz o anı size yaşatmak isteriz:

üstad necib fazıl'ı ziyarete gitmişlerdir: dört beş kişiler... evinin bahçe kapısını çalar, ziyarete öncülük eden zat ve ardarda dizilirler... üstaz ise aralarda...

üstad, kravat, yaka baş saç dağınık halde evin kapısından görünür; çok da memnun bir görüntüsü yoktur ziyaretten hani... onun her anı kıymetli ve bölmüşlerdir çalışmasını...

bahçe kapısına yaklaşır beğenisizliği belli bir suratla ve: buyrun! der.

ziyarete getiren, gelenleri takdim etmeye başlarken üstad, aniden en gerideki gence yönelir, bakışları keskinleşmiş, gözleri delici bir edayla, hiçbir şey söylemeden, hıçkırarak ağlamaya başlar ve gencin yanaklarını, boynunu ve dudaklarını öper!

bir deli gibi... aklı asla başında olmayan bir insan gibi... hatta artık o an insan mı değil mi bilinmez bir sıfatta:

senden efendi'min kokusu geliyor!

efendi'm kokuyorsun!

feryadlardadır üstad...

zamanı kaybetmiş mekanı, gelenleri kaybetmiş, gence sarılıyor, gencin içine girmek istiyor haldedir...

bir zaman geçince:

sen kimsin? ne olur söyle bana? kimsin sen? der.

herkes ağlamakta, gözler pınar olmuş çağlamakta... genç de ağlayarak:

ben üstad'ınızın -abdulhakim arvasi'nin- torunuyum! dedem, beni, ben bebekken, sizin öptüğünüz yerlerden öpmüş... der...

işte zamanın yok olduğu, mekanın, fiziğin, tabii kanunların iflas ettiği an, o an...

necib bey'in aşkına kurban olayım...

üstad'ının kokusunu 20 sene sonra bile alabilen o gönüle hayran olmayayım da kim olsun...


muhterem, bu vesile ile söylemekten haya ediyorum; ama söylemeliyim:

ben, bu aşktan nasıl utanmayayım?


gözlerimden sızana nasıl mani olayım?

tasavvufun açıklarını bulma adına ne olduğunu irdeleyen, şudur budurlarla ömrünü heba edenlere yüreğim sızlamasın da ne yapayım?

işte tasavvuf tek kelime ile budur!

bu hadisenin birincil derece şahidi üstaz'ımdır...

aşk!

nerede tabii kanunlar, nerede sözler... nerede efendim bu aslında şudur budurlar...

aşk budur ve tasavvuf da sadece aşktır...

efendi'm derken neyi efendi edindiğine inşallah bir izah olmuştur...

aşk'tır onun efendisi... O'nun hediyesi, O'na yönü dönük, O'nunla manalanan aşk...

o, düşünür... o, filozof... o, şu... o, bu... olmazdan çok daha belirgin bir sıfatla; o, aşıktı.
 
namaz vaktidir, abdestler alınır, üstaz imamdır ve necib fazıl üstad, üstazın arkasında saf tutanlardan... namaz sonrasında üstaz'a der ki üstad: bana bazen içerlerler, cemaatte görülmediğimden dolayı. şimdi sizin arkanızda namaza neden durdum biliyor musunuz?

üstaz: buyrun söyleyin dediğinde, üstad:

abdestlerini takip ederim! doğru düzgün abdest alanına şahit olmadım! sizin abdest almanızı da takip ettim. aynen efendi'm gibi abdest aldınız. abdestte kulağınızı yıkama usulünüz ise tıpatıp aynı. o sebeple size kanaat getirdim ve arkanızda safa durdum.

üstaz anlattı: necib fazıl'ın dikkat ettiği yıkama keyfiyeti şöyledir: su abdest azalarına yukardan gelir ve azaları süzerek aşağı akar. mesela yüze suyu çarpmak yoktur! suyu, avuçlarla, alından dökerek ovuşturup, sıvazlayarak akmasını temin etmek şeklinde olmalıdır. eller aynı şekilde ve ayaklarda ve hassaten kulağımızı yıkamamıza dikkat yöneltmişler. kulak yıkanmasının doğrusu şudur: eller suyun altında tutulur, ve -bize bilfiil göstererek- küçük parmaklar kulakların içini, başparmaklar kulak memesinin arkasını, yüzük parmakları, iç kısımdaki birinci yakın kıvrımı, orta parmak üst ikinci kıvrımı, işaret parmağı kulağın keskin sathının hemen iç yanını ve üst tarafı sıvazlayarak dolayısıyla her parmak ayrı ayrı kullanılmış olarak kulak yıkama gerçekleşmiş olur.

onun bunu bilmesine hayret ettim! sordum:

sizin ameliniz çok değil; ama fevkalade tespitleriniz var; bunu nasıl yapıyorsunuz? dedi ki:

hocam! bir gül nasıl ki, gübrede kuvvetlenir ve gürbüzleşir, ben de bu milletin gübresi mesabesindeyim! milletim gürbüzleşsin, vazifem budur...

üstaz, bize hatıratın sonunda dedi ki:

necib fazıl, fikirde önderdir!
 
İyi ki doğdun Efendim (sallallahu aleyhi ve sellem)
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Tarihine sahip çıkmayanların,istikballeri olmaz.  
اللهم صلي وسلم وبارك عليك يا حبيبي ياشفيعي يا قرة عيني يا محمد        
Serhat ERDEMLİ

[TOMBAK] 'Derin devlet' çökerken 'uzlaşalım' diyor

'Derin devlet' çökerken 'uzlaşalım' diyor
Dün akşam yine hayretler içinde izledim büyük hukuk prof'ları, genel yayın müdürlerini, köşe yazarlarını, emekli politikacı ve diplomatları...
 
İki metre önlerini görebiliyorlar. Ama sokaktaki vatandaş çok daha ileride... Her şeyi görüp, anlıyor. Günlerdir bekledim 'CHP lideri Deniz Baykal'ın deşilmesini... 'Baykal' 'AKP kendi derin devletini yaratıyor' derken bir derin devlet olduğunu kabul ediyordu. Bu iddianın üzerine sadece 'Başbakan Erdoğan' biraz gitti ama yeterince bastırmadı. Oysa o cümle 'Türkiye Cumhuriyeti'ni anlatıyordu.

Atatürk'ten sonraki Türkiye'nin özeti idi. Ulu Önder'in Cumhuriyeti emanet ettiği kişilerin içyüzünü gösteriyordu. O kişiler ki 84 yılda Türk halkını işte bu noktaya getirdiler. Çünkü Türk halkı uyanırsa böyle tatlı para kazanamazlardı, böyle 'büyük adam' olamazlardı. Türk halkını, işlerine gelmediği için çağdaş yapmadılar, 'ötekiler' diye aşağıladılar, varoşlarda hapsettiler. Sadece seçim zamanı memleketin efendisi yaptılar, camilere gidip 'Allah' adını kullanarak oy dilendiler. İşçinin, köylünün hakkını arayan üniversiteli duygusal gençleri iple astılar. 'Aman gençler komünist olmasın' diye her semte İmam-Hatip Okulu açtılar devleti ekonomiyi ele geçirip, yıllarca istediklerini yaptılar.

Halkı fakirlikten sürünen Türkiye'de 150 tane milyar doları olan kişi yarattılar. Şimdi paçaları tutuştu, panik içinde, Amerikan Doları'ndaki sallanmaya bakıp bakıp uzlaşalım! diyorlar. Ancak ileri gören, akıllı gözler bunu görür. Sağdan soldan gelen saçma sapan çatlak seslere kulağını kapatır. 'Başbakan Recep Tayyip Erdoğan' farkında mı acaba? İkinci cumhuriyetin temelini atıyor.

Bu temel Turgut Özal'ın yaptığı gibi sadece bir kesimi ilgilendirmiyor. Devrim değil, temizlik değil, halının altına saklanan çöplerin ortaya çıkarılması. Yüreklice yazıyorum, Atatürk'ün öldüğü günden beri Türkiye'yi yöneten derin devlet çöküyor, bitiyor.

Bütün çırpınışlar, bağrışmalar bu yüzden. Tabii ellerine her zaman olduğu gibi Atatürk resimlerini aldılar. Devrimlerinin ana gayesini halka kasıtlı olarak anlatmadıkları Atatürk'ten başka sığınacakları ne var ki... Pardon bir de 'Eyvah irtica geliyor, Türkiye ve laik Cumhuriyet elden gidiyor' diye bağırmaktan başka. Onlar da biliyor, üçbeş yıl sonra şimdi kavgası yapılan tüm toplumsal detayların kendi kendine yok olacağını. Birleşen dünyada bunların hiç görülmeyeceğini... Ama onların gücü biterse bir daha geri gelir mi?

Tekrar söylüyorum belki farkında belki değil. 'Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Türkiye'nin umutsuz ve çaresiz talihini değiştiriyor. Çünkü görünmeyen gerçek iktidarını yani derin devleti çökertiyor. Her gün bir başka köşede. Bazen büyük hamle, bazen küçük bir detay ile. O TV'lerde ağlayıp sızlayanlara bakın. Hepsi köşeyi dönmüş kişiler. Derin devletin çöktüğünü nasıl mı anlıyorum?

Bakın uzlaşma çağrılarına... Medya ağaları iki gün önce yerden yere vurdukları Başbakan'a 'sağduyu' demeye başladı. Tetikçi gazetecileri her yerde Anayasa Mahkemesi'ne zarf atmaya başladı. Aylardır işçi ve memuru sokaklara döküp, ekonomik istikrarı yok etmeye uğraşan, güya emekçinin yanında savaşan sendika ağaları da 'Türkiye Odalar Birliği'ne sığındı.

Her zaman 'Türkiye'yi biz idare ederiz' derken, Anadolu kaplanlarının yükselişine çok bozulup AKP düşmanı olan TUİSİAD bile sendikalarla görüşmeye başladı. Ellerinde Türk Bayrağı, akıllarında Anayasa Mahkemesi'ndeki Yargıtay dosyası ile uzlaştırıcı rolü oynuyorlar. Sağduyu diyerek çaktırmadan şantaj yapıyorlar. Her biri kaybettiğini hissetti, kaybedecek bir şeyi olmayan Türk halkından iyice korkmaya başladılar. Top şimdi Başbakan'da.

Uzlaşma tuzağına düşecek mi, yoksa panik içindeki derin devleti kurutacak mı? Masonlar'ın, devleti her konuda ele geçiren sabetayları saadet halkasını koparacak mı? Bodrum, Kaş, Göçek'teki yazlık evlerinden veya Boğaz'daki yalılarında işçiye, köylüye (!) akıl veren beylerin güçlerini bitirecek mi? Bu beyler ki... İstediklerini yıllarca İstanbul Üniversitesi'nde rektör yaptılar, İstanbul'a Vali, Emniyet Müdürü yaptılar. Hayatı İstanbul'da Bebek Otel Bar'ında, Caddebostan Büyük Kulüp'te geçen Baştabipler, Başsavcılar, Milli Eğitim Müdürleri'ni seçtiler. Futboldaki mafya bile onların eseri. Kimi, kimi kullanarak neden başkan seçti? Bilmiyor muyuz? Ankara'daki tüm bürokratlar kimin devamı?

Derin devletin haberi olmadan imza atabildi mi? Size çok küçük bir örnek. Bu ülkede devlet memuruna maaş, çalışan işçinin maaşından kesilen vergi ile saplanır. Ama işçi yıllarca SSK hastanelerinde süründü, devlet memuru ise Emekli Sandığı sayesinde devlet hastanesinde. Sanki işçi bu devletin vatandaşı değil. Eee AKP de kaşınmış hani... Derin devlet o kadar derin ki oooo nerelere dek giriyor, yazmaya elim varmıyor. 'CHP lideri Deniz Baykal' işte bunu söylüyordu. 'AKP kendi derin devletini kuruyor' derken yıllardır kendi partisini bile yöneten derin devleti savunuyordu.

AKP kendi kadrosunu uygun yerlere yerleştirince 'devlet ele geçiyor, irtica geliyor' oluyor. Ama eski sistem halkı ve devleti soymaya, kandırmaya devam ederse adı demokrasi oluyor. Hiç korkmayın. Bunlar geçecek, bitecek. Geçiş dönemi yaşıyoruz. Yeter ki Başbakan'ı yanındaki beyin takımı aldatmasın. Bu panik içinde bakın her şey nasıl çözülecek.

Aykut IŞIKLAR

28 Mart 2008 Cuma

Softa'nın kuluna yazıyorum.


Aklınca alay ediyor.Neremle gülsem acaba.Böyle espriye insan nereyle
güleceğini şaşırıyor da.İsmini de kendine kul olduğu yere raci olarak
zekasının ürünü olarak almış olduğu da belli oluyor.Kendini akıllı
zannediyor.Ham softa yobaz,lafının çuk oturduğu bir kişilik
arzediyor.Aklınfazla galiba,kendini akıllı mı
sanıyorsun.Senin aklının yetişmediği yerlere bizim hayallerimiz bile dönüp
bakmaz.
Amerikanız da İsrailiniz de Çanakkale de geçilmeyenlerin eliyle kurulu bir
düzen ve akıllarınca düzenin adamı olmuş bir sürü
düzülen(sıralanan)adamlar.Sizin sevgili bazen doğruları söyleyen yazarınız
ne diyor,biraz onu(Soner Yalçını) da dinleyin.Softanın kulları bazan da
yahudiliğin kulları oluyor.Allah hidayete ermeyi kitabıyla
noktalamıştır.Kitabı okuyan ve onunla amel eden müminler olmak
istiyoruz.Kriz yönetimini iyi beceren yahudi ve onların uşaklarının
cebimizden,refahımızdan ellerini çekmelerini istiyoruz.
 

Cehennem yolculuğunu kutsayanlara,cehenneme kadar yolları var
diyorum.Allahazizün
züntikamdır.Allah,müminlerin yardımcısıdır.Eğer inanıyorsanız üstün
gelecek,galip olacakta sizlersiniz.



--
Tarihine sahip çıkmayanların,istikballeri olmaz.  
اللهم صلي وسلم وبارك عليك يا حبيبي ياشفيعي يا قرة عيني يا محمد
Yavuz Sultan Selim Diyor ki:

Bu seferlerimiz, bu sıkıntılarımız ve bu perişanlıklarımız, hep gönülleri birleştirmek, İslam Birliğini tesis etmek içindir.

Mülk Allah'ındır. Kim Allah'ın yardımı olmadan istediğini elde etmede zafere ulaştığını söylerse, Allah onu kahreder ve aşağı derecelere indirir.

Vükela ve ümeranın süslü elbiseler giymesi, padişahlarına tazimden ileri gelir. Biz Allah'tan başka kime tazime mecburuz ki, bu külfeti ihtiyar edelim? Bizim Padişahımız vücudu saran libasa değil, ruhun içindeki inanca bakar.
                      
Serhat ERDEMLİ

Yahudiyi aramadığın yerde bulursun!!

Akıllar kira da.Ağlayan ve ağlatan bir adamın Allahın adamı olduğu ve asla
böyle birşeyi olamayacağını söyleyen etkileyen ve etkili bir
adam.Kızdırma bunları..
 
Ben sadece bunlara diyorum ki:"Yahudiyi
aramadığın yerde bulursun"Çok konuşsam kavga olur.Allah ıslah etmeyince gülen hoca ağlayarak
ve ağlatarak ıslah ediyor.Amerikan emperyalizme ses çıkarmayan.Kuranı okuyup
anlama ve yaşama derdi olmayan,kültürel islamla yetinen,cihad ruhu
söndürülmüş,emperyalizme gıkı çıkmayan bir ümmet oluşturma gayretleri
malesef hız kazandı.
 
Secdeye varmanın,okullara yardımların olması,türkçenin
yaygınlaşması,eğitim işini iyi yapmaları onları masumlaştırmak için
kullanılıyor.Ümmete hidayet dilerken,Yarın eyvah demeden şimdi Allah demenin
müslümancasını tanımalarını diliyorum.Ağlayarak müslüman olanların ahirette
ağlammalarını diliyorum.
Selam ve dua bütün saf gönüllü müminlere...

'Müsteşrik'leri hatırlatan bir cür'etle Surûş, nereye? / Selahaddin Eş Çakırgil

'Müsteşrik'leri hatırlatan bir cür'etle Surûş, nereye? / Selahaddin Eş Çakırgil

İçinde bulunduğumuz çağ, her kutsalı, özgürlük adına, gerçekte ise 'nihilist, (hiçbir kural ve kutsal tanımamayı temel kural ve kutsal sayan) bir anlayışla alabildiğince tartış(tır)ırken, en çok da, kesin inanç/iman konularının temel konu olduğu açık.. Ancaak, böyle bir zaman diliminde, 'dinsizlik' cereyanları kadar, inanç cereyanları da güçlenmekte ve ateizm (tanrı tanımazlık) cereyanı erirken, o cereyanın bağlılarında, mevcud inanç sistemlerinden birine bağlanmasalar bile, 'mutlaka bir yaratıcı'nın, bir tanrı'nın olması gerekiyor..' şeklindeki fikrî/felsefî cereyanlara doğru bir kayma gözleniyor.. Bu tablo, herhalde, ateizmin‚ tanrıtanımazlığın insan ruhunun ihtiyaçlarına ve aklın suallerine cevab veremeyişinden ve fikrî/ideolojik bir 'kaos'a sürüklenen insanların, tutunacak bir dal aramak zorunda kalmasından kaynaklanıyor.. Bu bakımdan, 'ateist'lere, 'tedaviye muhtaç hasta ruhlu, acınası kimseler' olarak bakmak gerektiğini söyleyenler de haksız değildi..

Bu fırtınalı zaman dilimi, 'inanç'lara bağlı olanları, dinlerine daha bir kalbî itminan ile, aklî tefekkür ile sarılmaya da zorluyor.. Hristiyanî kaynaklarda, seçkin din liderlerine atfedilen, 'dinime, aklım ermediği için inanıyorum..' gibi bir latince söz, açık ki, zavallıcadır..

İslam ise, bağlılarına, tefekkür ve akletmeyi ısrarla teşvik ile, 'sadece Kur'an'ı değil, büyük mukevvenât kitabını da okumaya' çağırmaktadır.. 'İqra' (oku!) emrinden maksad, aklen de kavramaya bir çağrıdır. Kur'an'ın bir adı da, 'Furqan'dır ve, 'farkettirici, iyiyi-kötüyü, hakk ve bâtılı ayırt ettirici'  gibi mânaları içermektedir.. Bu ise, akıl faaliyetlerini de gerektiriyor.. Ve esasen, İslam, akıl sahiblerini muhatab alıyor.. Yani, aklı küçümseyen bazıları, aslında kendi imanlarını da şübhe altına atıyorlar.. Çünkü, aklı olmayanın dini olmadığı gibi, aklını kullanmayanın dinini anlamasının seviyesi de, o derecede sığdır.. İslam, 'vahy' ile aydınlanan bir akl'ı yüceltiyor, aşağılamak ne kelime..

Ancak inancın, aklî tartışmalardan ziyade kalbî tasdik ve ikrar ile şekillendiği de açıktır.. Çünkü, iman konularının akletmek (taaqqul) ve tefekkürle anlaşılması teşvik edilmekle birlikte, buna gücü yetmeyenlerin bile, imanın temel çerçevesini, 'küllî bir kalbî kabul'le benimsemesi yeterlidir.. Bu küllî imanın başta gelen rükunlarından birisi de 'Gayb'e iman'dır.. Baqara sûresi, 2, 3 ve 4. âyetlerinde buna işaret edilir: 'O (Kur'an) muttaqîler, (sakınanlar, korunmak isteyenler) için bir yol göstericidir. Onlar, Gayb'a inanırlar, …'  (…) Yine onlar, Sana indirilene ve Senden önce indirilene iman ederler; Âhiret Günü'ne de, yaqînen, kesin-kes iman ederler.'  Yani, 'Gayb'a iman', inancın temel özelliklerindendir.

'Gayb', mechûl/bilinemez bir âlem değil; bizim bilgi, idrak ve müşahade gücümüzle şekillenen tefekkürümüzün, aklımızın sınırları ötesinde varolan bir âlemdir.

'Gayb'den bildirilen ve Peygamber diliyle diğer insanlara sunulan 'vahy'e inanan insan, hayatını şekillendirmekte elbette ki, doğruluğuna kesinkes inandığı o ölçüleri esas alır..

Bu inanç noktasına kimse zorla gelmez, getirilemez.. İnanan inanır, inanmayan da hiç..

İman'a ulaşılmasında, 'Gayb'den gelen vahy'in, ilahî mesajın gücü, mesajı nakledenin şahsiyeti ve mesajın muhatabının kavrama kabiliyeti gibi faktörler de elbette etkilidir.. Ama, muhatabın özellikle beyin faaliyetleri açısından sağlıklı, hürr ve reşîd (olgunluk yaşına gelmiş) olması gibi özelliklere sahib olması da gereklidir. Bu unsurların varlığı içinde yapılan kalbî tasdik ve 'amentu' / inandım' dedikten sonra, artık, o kabul ve tasdikin gereklerine göre bir hayat çizgisi tutturmanın bir mükellefiyet olacağı da açıktır.. Ancak, iman konusunun anlaşılması için, elbette tefekkür etmek teşvik edilip öğülmüştür; ama, 'iman'a fikrî tartışmalarla ulaşılması istisnaî bir durumdur. Yani, 'düşündüm, karar verdim' değil, 'inandım/amentu' önce gelir.. O da, düşünmekle kavranılamayacak olan bir âlem'in, Gayb'in varlığına ve o Gayb âlemini de yaratan bir Yüce ve Yaratıcı tek ilah'ın, Hâliq'ın varlığına inanmayı gerektirir. (Ki, Allah'a inancımızın aslî sınırlarını da, İkhlâs sûresinde buluruz..)

Bu bir inanç sistemidir, bir 'paradigma'dır.. İnananlar bu vahy'in, ('Gayb'den gelen haber'in) mahiyetini akılları yettiğince anlamaya, kavramaya çalışabilirler, elbette.. Ama bu, her şeyden önce, iman ve taqvâ ister.. Onun içindir ki, 'vahy'in mahiyetini dışardan anlamaya çalışanlarla, inananların algılamaları çok çok farklıdır..

Nitekim, nice 'musteşrik (musteşriq/şarqıyatçı/şarqşinâs/ orientalist)'ler vardır ki, İslam konusunda çoğu müslümandan çok daha derin bilgilere sahibdirler, amma, onlar, onun hakikatini ve hayatı şekillendiren tek aslî doğru olduğunu kabullenemezler. Çünkü, inancın derûnî mahiyetinden habersizdir. Ve onların yaklaşımları da inananlar için bir şey ifade etmez. Çünkü onlar iman zevkıni tadamamışlardır..

Bu konu, bir makale hacminin çok ötesinde olduğu halde, bütün bunları niye mi anlatıyorum?

İran'lı düşünür Abdulkerîm Surûş, İslam'ın temel itikadî konularını aklî tartışma zeminine; inancı, tecrubî ilimler laboratuarında denemeye tâbi tutmak için yıllardır sürdürdüğü fikrî çabalarının son merhalesinde, yeni birtakım iddialar ortaya attığı için..

Surûş'un iddialarını burada etraflıca tekrarlayacak değilim. Ancak, bugünlerde Türkiye'deki İslamî eğilimli bazı medya organlarında bile bu konu tartışılıyor.. Konunun, bugünlerde Hilâl tv.'de de tartışılacağını öğrendim.. Onun için, onun sözlerinin özetini belirtmekle yetineyim: Surûş'a göre, Kur'an 'Kelâmullah' (Allah kelamı) değil, 'Kelâm-ı Muhammed'dir.. Bu söz, büyütülmeyebilir. Çünkü, Hz. Peygamber arab kavminden ve muhatablar da ilk planda arab olduğundan, Kur'an arabça gelmiştir ve Resul-i Ekrem (S)'in dilinden telaffuz olunmuştur. Surûş ise, Kur'an'ın Hz. Peygamber'in derûnunda doğan ve O'nun bilgisiyle sınırlı, yüksek seviyede bir ilham olduğu, vs.. iddialarda bulunuyor. Dahası, 'Kur'an, mahsûl-i beşer est, insan ürünüdür' diyor; sonra da bunları 'lezzet-i irfan ve hikmet' vs. ile te'vile çalışıyor.

Halbuki, Surûş'un, kendisini modern zamanlardaki yorumcusu olarak da gördüğü (Mevlâna lâkabıyla meşhur) Celâleddin Rûmî, 'Gerçi Qur'an, ez leb-i Peygamber'est,/ Her ki begûyed Haqq negoft; kâfir est!.' (Gerçi Kur'an Peygamber'in dudağındandır, /Her kim dese ki Hakk dememiştir, kâfirdir..) demektedir..

Surûş'un bu yaklaşımı, asırlarca nice 'musteşrik'lerce de dile getirilmiştir; ama, onlardan ilmî vakaar sahibi olanlar bile, bu kadar cür'etkâr olamamıştır.. (Bu konuya gerektiğinde, etraflıca değinilebilir; amma, bazı okuyucuların konuya hazırlıksız yakalanmaması için, şimdilik kâfî..)

Ahlâklılar Ahlâksızlar Kadar, Mü’minler En Az Kâfirler Kadar Cesur Olmadıkça…

Ahmed Kalkan
Ahlâklılar Ahlâksızlar Kadar, Mü'minler En Az Kâfirler Kadar Cesur Olmadıkça…

Ahlâklılar, ahlâksızlar kadar cesur olmadıkça, mü'min olduğunu iddia edenler en az kâfirler kadar dâvâları için bedel ödemeye hazır olmadığı müddetçe, "mü'minim" diyenlerin kılavuzu Kur'an olması gerektiği halde, tâğutlar ve tâğutî anlayışlar olduğu sürece… Evet, böyle oldukça ümmetin burnu daha nice leş kokusuna muhatap olacak, mü'minliği tartışılacak tevhidden habersiz halk yığınları ve onları güden muhâfazakâr demokratlar izzeti yanlış yerde aramanın cezası olarak zillet içinde zillet yaşayacak…

Artık ihtilaller, askerî darbeler devri geçti. Şimdiki moda: Farklı biçimleri olan postmodern darbeler… Muhtıralar, internet bildirileri, kapatma davaları ve daha nicelerini görmeye aday olduğumuz benzerleri… Böylece bir taşla birkaç kuş vurulmuş oluyor. Posmodern darbeciler, hem maşa kullanarak fazla risk almamış ve hem de tüm isteklerini muhâtaplarına kendi istekleriymiş gibi yaptırarak kendi köklerini kendilerine kurutturmuş oluyor. Böylece AKP gibi partileri daha ehlileştirmiş, etkisizleştirmiş ve onun eliyle özellikle İslâmî özgürlük taleplerine set çekmiş oluyorlar. Altı yıldır İslâm ve müslümanlar adına hiçbir icraat ortaya koyamayanlara "ne yapalım, müsaade etmiyorlar" diye bahaneler bulup halkın, bu gerekçelerle, beklentilerini çıkmaz Şubat ayının gelmeyecek otuzuncu gününe ertelemelerini sağlamış oluyorlar. Bırakın Şubatın 30'unu, takvimler politikacılara ve destekçilerine göre Şubatın 29'unu bile gösteremiyor. Korkudan 28'inde takılıp kalmış, hâkî renkli o sayfayı koparıp atamıyor, yeni sayfa açamıyorlar. Kapatmaya gerek yok (kapatıp niye kahraman yapsınlar ki), "kapatırım ha!" diyenlerin korkusu yetecektir hem iktidara, hem halka.   

Aynen Erbakan hükümeti zamanında, yönetimin onda olmadığını açık bir şekilde halka da göstermek için, hükümet eliyle kendi tabanı olan kesime karşı soğuk savaş açmaları, meselâ emniyetin özellikle Fatih Çarşamba'da ve başka yerde sarık avına çıkması, irtica diye yaftalanan müslümanlığın ne tehlikeler içerdiğini iktidara rağmen döne döne gösterdikleri gibi…

Bu hükümetin de İslâm adına bir şey yapmamış olması yeterli görülmüyor, irtica denilen müslümanlığa ve müslümanlara karşı tavrının daha sert olması isteniyor. İster anayasaya madde koy, ister babayasaya; sökmez. Sadece üniversitelerde ve sadece başörtüsü yasağını kaldırmayı bile kolay kolay uygulamaya koyamayacakları şekilde, tükürdüklerini yalatıyorlar. Kim demiş T.C. hukuk devleti diye? Hadi canım sen de, ancak guguk devleti denilebilir bu haliyle. Bizim açımızdan zaten "hukuk" kelimesi "hak" kelimesinin türevi olduğundan; "Hak" da öncelikle Cenâb-ı Hak ve O'nun hak olarak koyduğu hükümleridir; tâğutun hukuk dediği gerçek Hak ve hukuka ters dayatmalardır. Kendi yasalarına ve anayasalarına bile uymayanlar hangi inancında samimi olabilir? Demokrasi ve kanun adlı kendi putlarını acıkınca yiyen putperestler Allah'a itaat eder mi, Allah'a itaat edenleri sever mi hiç? Onlarınki sürpriz değil, onlar kendilerine yakışanı yapıyorlar. Ama onların putlarını cilalayıp halka da şirin göstermeye çalışan, buna rağmen tek ilâh Allah'a iman ettiklerini söyleyen, hanımlarının başları örtülü kimselerin tavırları esas problem.

Zâlimler zulümlerini "adalet"i parti adlarının önüne koyanlar eliyle icrâ ediyorlar. Hükümet davul taşıyor, tokmak başkalarının elinde; istediği havadan çalıyorlar. Davulculara kıvırtmak, halka da oyna(t)mak kalıyor. Ayrımcılık ve adâletsizliğin birçok yansımasından biri olan katsayı, yat sayıya çoktan dönüştü bile. Halkın da din adına zaten fazla istediği bir şey olmadığı halde, derin devlet kendi halkına, Kürt olsun Türk olsun fark etmez; hiçbirine güvenmiyor, onları baskı altında tutmayı yeğliyor. Artık anayasa değişikliği, sadece halkın değil, hükümetin bile gündeminden çıktı; şimdi gündemde partilerin kapatılmasının zorlaştırılmasına yönelik anayasa değişikliği var. Hani Ocak 2008'de kamuoyuna yeni anayasa taslağı sunulacaktı? Perdenin gerisinden oyunu yöneten derin güçler, yeni anayasa diyen Tayyiplerin ağzına biber sürdü anlaşılan; artık lafını bile etmiyorlar. Bizim için pek fark etmese de, bazıları büyük umutlarla sivil(!) ve özgür(!) bir anayasa bekliyorlardı; tevhidi yücelten şuurlu üç-beş Müslüman dışında kimsenin İslâm anayasası isteği filan bile yok… Yeni Anayasa taslağı, rafa mı kaldırıldı, çöpe mi atıldı, bilinmiyor.

Bütün bunlar bu partiye oy kaybettirir diye zannediyorsanız kesinlikle yanılırsınız… Daha onun rolü bitmedi, rüzgâr fırtına gibi esiyor ama onun arkasından esiyor, onu oy yönüyle daha ileriye sürüklüyor. Demokrasi oyunu budur: Kim halkı oyalıyor, o halktan oy alıyor. Ver oyunu, gör oyunu.

AKP'yi kapatırlar mı? Kim kapatacak, diye sormazsınız herhalde; tabii ki "derin devlet". Ben sanmıyorum. Ilıman İslâm dedikleri ucûbeyi ülke insanına ve Ortadoğu'ya yerleştirme ve ülkenin uzaktan yönetilmesi gibi AKP'nin üstlendiği rolleri şu an için daha iyi oynayacak başrol oyuncuları yok. Ama kurulacak yeni bir parti aracılığıyla halktan daha fazla destek alıp Erbakan'dan Erdoğan çizgisine gelinmesinin yeterli gelmemesiyle daha bir sağcı, daha liberal ve daha muhafazakâr (siyasal ve toplumsal değer(sizlik)leri koruyup muhâfaza eden anlamında), daha uzlaşmacı, parti içinden bir üçüncü lider aranıp bulunduysa/bulunursa (şimdiki şartlarda küçük ihtimal gibi gözüküyor) o zaman sadece gözdağı vermiş olmazlar, başrol oyuncusu jönü değiştirmekten çekinmezler senaryoyu hazırlayıp filmi yönetenler. Müslüman halkın gazını almak ve BOP denilen proje için, yani Ortadoğu'yu yeniden dizayn edip oralara T.C. tipi demokrasi ihraç etmek için AKP gibi partiye, Tayyip gibi birine devamlı ihtiyaç vardır. Baykal veya Bahçeli tipindeki bir kimlik, bu roller için hiç de uygun değil. Ayrıca, Amerika'nın Türkiye'ye ve Ortadoğu'ya başka sürprizleri de olabilir; ılıman İslâm denilen muharref din anlayışını kökleştirmek için halife ve mehdiler sunabilir yakın bir zamanda. Yine Fethullah Gülen'in belirli bir misyon icra etmek üzere Türkiye'ye gelme şartları olgunlaştı zannediyorum. Önümüzdeki aylar bereketli değil ama hayli hareketli günlere gebe.     

Demokrasi neymiş? Bilmem bugüne kadar nice demokrasi adına ve ona rağmen planlar, oyunlar, onun şirin maskesinin ardında sırıtan çirkin yüzünü göremeyen bazı müslümanlar artık demokrasinin Hak ve hatta halk açısından ne büyük kandırmaca olduğunu geç de olsa anlayabilecekler mi? Yoksa, tam tersine (her seçim öncesi mağdûra, ehven-i şerre destek olma teraneleriyle), bizim mahalleden daha fazla demokrasiye, tevhid parmağı lekeli/boyalı çoğunluğa kayma mı olacak? Korkarım ikincisi olacak. 24 Mart 08 günkü konuşmasında öyle itiraf ediyordu Tayyib Efendi: "O kadar muktedir olsam, partimin kapatılmasını engellerim." Demek ki % 47 oy değil; % 97 oy alarak şeklen iktidar olsanız bile fiilen iktidar olamıyorsunuz. Tam tersine, esas iktidar gücünü elinde bulunduran derin devletin sizin elinizle size oy verenlerin inançlarına ve yaşayışlarına düşmanca tavırlar takınmanıza zorlayabiliyorlar. Demek ki neymiş? Memleketi Ergenekon gibi çeteler yönetiyormuş. Çetelerin çetelesini tutmak bile mümkün değil; her taraf çete kaynıyor. Düzen çeteler, mafyalar, gladyolar düzeni. Tutuklanan insanlara bakıyorsunuz ki, ne kadar farklı dallardan ve ne kadar farklı görüşleri olduğu sanılan kimseler. "Küfrün tek millet" olduğu yeniden yine beliriyor. Öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon çetesi rolünü ve misyonunu doğru, âcil ve gereği gibi oynayamadı; değişmesi lâzım. Ergenekon gider, Ötüken gelir. Ama derin örgütlenmeler bitmez. Derin devletin sadece Ergenekon'dan ibaret olduğunu kim iddia edebilir?

Yönetim olarak tümüyle Allah'ın indirdikleriyle hükmedildiği ve yöneticilerin Allah'a hesap verme şuuruyla Kur'an kanunlarını uyguladığı, İslâm'ın tanımladığı adâletten zerre kadar ayrılmadığı ve zâlimlerin erişemeyeceği bir makam olan Kur'an'ın "imam" dediği halifelik görevini üstlendiği bir ülkede, evet sadece böyle bir dâru'l-İslâm'da yöneten bellidir, yönetilen bellidir. Aslında öyle yerlerde yönetim ve kanun koyma hakkı sadece Allah'a ait kabul edilir, imam/halife ve yardımcıları ise İlâhî hükümleri uygulayan ve Kur'an adlı İslam Anayasasına ters düşmeyen ictihadları hayata geçiren bizden birileridir. Kendilerinden olan bu yöneticilere sıradan bir vatandaş bile hesap soracak, yönetenler en az haftada bir Cuma namazında câmide "imam" olarak, Hakk'a verecekleri hesaplarını kolaylaştırmak için halka hesap verecektir.

Böyle olmadığı durumlarda ise, halk bazen müslümanlık adına, bazen kutsal(!) devlet nâmına, bazen demokrasi uğruna ne zulümlere muhâtap olacaktır. Osmanlı'nın o muhteşem yönetiminde de (o günün demokrasisi ve hiyerarşisi diyebileceğimiz şekilde) derin devlet vardı. İlk zamanlar örf-âdet, tarikatler ve şeyhler, sonraları saray protokolü ve padişah anaları ve sevgilileri kadınlar saltanatı, sonra Yahûdiler ve giderek devlet içinde devlet konumuna gelen (Hıristiyanların çocuklarından devşirilen ve Bektaşi tarikatine mürit yapılarak içe kapanması istenen) Yeniçeriler derin devlet görevi üstlendi. Özellikle Tanzimat sonrası ise dışarıdan Batılı ülkeler ve içeriden Batılı zihniyete sahip İslâm düşmanı "aydın" denen karanlıklar, gayri müslim azınlıklar derin devlet rolündeydi. Sonra, meşrutiyet, dönmeler (özellikle Selanikliler), jön Türkler, özellikle İT (İttihat ve Terakki) cemiyeti derin devlet olarak Osmanlı'yı yönetti. Sonra kurtarıcılar sahneye çıktı. Ülkeyi yok yere ve nâhak şekilde, İslâm için olmayan ve müslümanların taraf olmaması gereken bir savaşa sürükleyen derin devlet ülkeyi iyice bir kurtardı. Kurtaranlar ülkeyi kim olduğu resmen ifade edilemeyen (devlet tarafından hep dost ve müttefik kabul edilen) "düşman"lardan değil; İslâm'dan kurtardılar. O günden bu güne de yönetimi hep bu kurtarıcılar ellerinde bulundurdular. "Efendim, artık cumhuriyetten sonra ve özellikle demokrasiye geçildikten beri halk, kendi seçtiği yöneticiler tarafından yönetiliyor" mu diyorsunuz? Şaşarım aklınıza, özellikle gözler önüne serilen bunca oyunun bazı figüranları afişe edildikten sonra! Ergenekon, buzdağının görünen kısmı. Kartel medyası, para ve para babaları TÜSİAD vb. burjuva kesimi, silahlı kuvvetler, yattığı yerden Atatürk, Anayasa mahkemesi, Yargıtay, YÖK gibi masum kabul edilip dokunulamayan güçler, tabii ki Amerika ve İsrail, Bir leşmiş İlletler gibi uluslar arası kuruluşlar, Siyonist ve masonik örgütler ve mafya yönetiyor ülkeyi. Derin bir iman olmayınca, gönüllerin ta derinliklerinden coşan Allah'la irtibat, O'nun kanunlarını her şeyin üstünde gören, takvâ ve âhiret bilincini kuşanan muvahhid mü'min özelliği kuşanılmadıkça bu durum devam edecek. Batılı kâfirler dışarıdan, bunca kurtarıcı ve yönetici içeriden memleketi tümüyle ve iyice kurtarmalarına az kaldı. Zaten insanımız tümüyle kurtuldu sayılır (İslam'dan ve müslümanca yaşayıştan). Ama yetmiyor bu kurtarıcılara. Kökten dinsizlik olmalı. Ülkenin yönetiminin her şeyiyle Batılı gâvurlarınki gibi olması yetmez; halk da her şeyiyle gâvurdan daha gâvur oluncaya kadar bu kurtarma girişimleri devam edecek. Ya da, eh % 1 de olsa bir ihtimal daha var: Ülkenin kurtarıcılardan kurtulması.

Ümitsiz miyiz? Müslüman hiç ümitsiz olur mu? Allah'tan ümit kesmek, ancak kâfirlerin işi. Allah'ın mü'minlere rahmetinden, yardımından da ümit kesemeyiz. Ama bunun tahakkuku için mü'minliğini ispatlayan ve yardıma hak kazanan, her çeşit şirkten uzaklaşan muvahhid mü'minler olmak gerekiyor. Kendini "mü'min" sayanların yeniden "iman" edip tevhid eri olmaları, "Kitabım Kur'an" diyenlerin başka kutsallardan ve kitapsızlıktan kurtulup "Kur'an"a sarılmaları, tüm "tâğut"ları reddedip cihad bilincine ulaşmaları gerekiyor öncelikle. Yoksa bu zillet artarak devam edecek ve korkarım ki, âhiretteki azâbın keffâreti değil; bir avansı olacaktır.

--
Söz bitmedi, Umut Yaşıyor!

Türkiye 12 Eylül Askeri Darbesiyle beraber farklı bir değişim süreci içine girdi. 1980 yılından itibaren 12 Eylül Askeri yönetiminin İslami bir değişimi benimsediği ve bu doğrultuda Türkiyede ki bazı kesimleri kolladığı ileri sürüldü..Oysaki yaşanan değişim bunun aksini ispatladı..Tüketim kültürünün hakim belirleyen olduğu bir değişim dayatılmaya çalışıldı..Bugün yaşanan budur….Toplumsal doku bugün artık paramparça olmuştur..Türk halkına belli yaşam formları ideal olarak dayatılmaktadır.Belli formların tercih edilmesi halinde ideal bir toplum seviyesine varacağımız hergün medyatik bombardıman altında bize sunulmaya devam ediyor…
--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
İyi ki doğdun Efendim (sallallahu aleyhi ve sellem)
--
Tarihine sahip çıkmayanların,istikballeri olmaz.  
اللهم صلي وسلم وبارك عليك يا حبيبي ياشفيعي يا قرة عيني يا محمد 
Serhat ERDEMLİ

Kur'an, Şiddet ve Fitne Üzerine Bazı Tesbitler

 

 

Kur'an,  Şiddet ve Fitne Üzerine Bazı Tesbitler

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü

·      İslam hoşgörü dinidir

·      Savaş Hukuku ve Barış Hukuku Hükümlerinin Kasten Birbirine Karıştırılması Asla Kabul Edilemez; Wilders bunu yapmaktadır.

·      Savaş Zamanında Şiddete Karşı Çıkan İslam, Barış Zamanında şiddete müsaade eder mi?

·      Fitne ne demektir?

·      Bütün Dinler Ahiretin Olduğunu ve Ahirette Allahın Ebedi bir Azabı Bulunduğunu Kabul etmektedirler

 

1.     İslam hoşgörü dinidir

Dünyada ve Hollanda'da bazı siyasiler ve çevreler tarafından Kur'an'ın şiddeti ve terörü teşvik eden bir din olduğuna dair ithamlar yapılmasından dolayı bütün dünyada bu konu tartışılır hale geldi. Bu sebeple haklı olarak bazı Müslümanlar da bu konuyu sorar hale geldiler. Bize düşen meseleyi bazı yönleriyle öncelikle de Müslümanlara hitaben anlatmaktır. Elbette ki aklı olan her insan bu sözlerimizin muhatabıdır.

İslam hoşgörü dinidir; insanı en kıymetli varlık olarak kabul eder; ma'sum insanlara karşı yapılan tecavüz ve hücumları büyük günahlar arasında sayar. Nitekim bahsini ettiğimiz Kur'an ayeti bunu haykırmaktadır: 'Kim bir başka canı öldürmek veya yeryüzünde anarşi çıkarmak gibi bir suçu bulunmadan haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim bir canının kurtuluşuna vesile olursa, bütün insanlığı ihya etmiş gibi olur. Bizim peygamberlerimiz, onlara çok açık deliller getirdiler. Ancak bütün bunlardan sonra insanlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmiş ve zulm etmişlerdir.' (5: 32). Gerçek şu ki, müslüman ölüme değil, sadece hayata hizmet eder. Bu hadise sebebiyle İslamın koyduğu iki temel hukuk prensibini asla unutmamalıyız: Birincisi: Kur'an'ın 'Bir suçlu bir başka suçlunun yükünü yüklenemez' (6: 164). Yani bir cani yüzünden bir başka insan asla cezalandırılamaz. Hukukta cezalar ve suçlar şahsîdir. İkincisi ise, berâat-i zimmat esastır. Yani suçluluğu isbat edilinceye kadar kimse suçlanamaz. Delil olmadan kimseyi cezalandırmak adalet değildir. Aksi isbat edilmedikçe insanlar masum kabul edilirler.

İslamın temel anlayışı şudur: Nasıl ki sen bir gemide veya bir evde bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi batırmak ve o evi yakmaya çalışan bir adamın, ne derece zulm ettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, yerlere ve göklere işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiç bir kanun-u adâletle batırılamaz.

 

2.     Savaş Hukuku ve Barış Hukuku Hükümlerinin Kasten Birbirine Karıştırılması Asla Kabul Edilemez

Bundan birkaç sene önce Twente Üniversitesinde bir konferansa katıldım. 600 kişiyi bulan dinleyiciler arasından birisi, Kur'an'ın şiddet içerdiğini ve insanları şiddete teşvik ettiğini iddia etti ve bana Kur'an'dan bir ayet okudu. Meali şöyleydi: 'küfrün önderlerine karşı savaşın. Çünkü onlar yeminleri olmayan adamlardır. (Onlara karşı savaşırsanız) umulur ki küfre son verirler.' Ben ise ayetin baş tarafını okumasını söyledim Okumak istemedi. Ben tamamladım. 'Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar, ve dininize saldırırlarsa,….' (Kur'an, Tevbe, Ayet 12). Şu anda bazı siyasetçilerin ve İslam'a bu yönüyle saldıranların tamamı bu şekilde davranmaktadır ve ayetleri sadece işlerine gelen yönlerini alarak çarpıtmaktadırlar.

Daha önemli bir nokta da şudur: Bildiğiniz gibi, her devletin Savaş Hukuku kuralları ayrıdır ve barış hukuku kuralları ayrıdır. Eğer siz barış hukuku kuralları ile savaş hukuku kurallarını birbirine karıştırırsanız, o zaman Hollanda'nın Afganistanda ve Türkiyenin Kuzey Irakta yaptığına da şiddet dersiniz. Aynen öyle de İslam Hukukunun birinci kaynağı Kur'an-ı Kerimdir. Kur'an-ı Kerimde hem barış dönemine ve hem de savaş dönemine ait ayetler vardır. İşte Wilders ve benzerleri, Kur'an'ın savaş dönemine ait bazı ayetlerini alarak sanki genelmiş gibi göstermektedirler. Doğrudur; Kur'an'da 109 tane Savaş Hukuku ile alakalı hükümler vardır. Mesela Hz. Peygamberin Medine'yi müdafaa ederken inen bazı savaş hükümleri bunlara misaldir.

'190. Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez.

191. Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa siz de onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir.

192. Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah gafûr ve rahîmdir.

193. Fitne tamamen yok edilinceye ve din (kulluk) de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.' (Bakara Suresi).

Şimdi siz bu ayetleri okur da barış zamanına uygularsanız, o zaman hata yapmış olursunuz. Maalesef mesela Washington Times'ın yazarlarından Cal Thomas tıpkı Wilders gibi davranmış ve bu ayetin sadece 'Onları yakaladığınız yerde öldürün' ayetini alarak İslamı ve Kur'anı suçlamıştır. Doğrudur; Kur'an-ı Kerimde 109 adet savaş ayeti bulunmaktadır. Ancak bunlar tamamen savaş dönemin e ait hükümlerdir. Eğer süz bu ayetlerin niçin nazil olduğunu veya hangi münasebetle Peygambere indirildiğini bilmezseniz, manayı anlayamazsınız. Biraz önce Bakara suresinden naklettiğimiz ve tamamen savunma savaşıyla alakalı ayetleri şiddet ayetleri olarak vasıflandırırsınız. Ben  bu ayetlerden bazılarının numaralarını verebilirim: 2: 244, 216; 3: 56, 151; 4: 74, 76, 89, 95, 104; 5: 53 gibi).

Maalesef dünyadaki bazı politikacılar, Kur'an ve İslam Hukuku konusunda cahildirler. Bunlar Kur'anın Savaş Hukuku ile alakalı ayetlerini tahrif ederek sanki Kur'anda şiddeti teşvik eden ayetler olduğunu iddia etmektedirler. Ayrıca her konuda olduğu gibi bu konularda genellemelere gitmektedirler. Bu sebeple bazı yanlış tefsir edilmeye çalışılan ayetleri zikretmek istiyoruz.

A)   Ayet 47:4 "(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.." Bu ayet tümüyle savaş hukukunu düzenlemektedir. Eğer bu kuralları modern savaş hukuku ile kıyaslayacak olursanız, Kur'anın koyduğu hükümlerin daha mükemmel ve insanlığın yararına olduğunu görürsünüz. Başka türlü izahlar tamamen çarpıtmadır.

B)    Ayet 8: 39: "Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür." Bu surenin adı savaş ganimetleri manasını ifade etmektedir. Hatta Ku'an ayet 8: 1'de şöyle demektedir: "Sana savaş ganimetlerini soruyorlar …" Bir çocuk bile Kur'anın bu ayetlerle savaş hukukunu düzenlediğini anlar; zira bu ayetten sonar yine Ku2anın ganimetlerin taksimini düzenleyen ayeti gelmektedir.

C)    Ayet 8: 60: "Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.."  Eğer bütün silah teknolojilerini ve harp taktiklerini fitnenin ve şiddetin belirtisi Kabul ederseniz, o Zaman dünyadaki en büyük fitne ve şiddet Amerika Birleşik Devletleri ve Batılı Devletlerdir; zira bütün dünyaya silah teknolojisini veren ve hazırlana bunlardır. Kur'an Müslümanlara kendilerini harbe hazırlanmaları için talimat vermektedir. Bundan normal daha ne olabilir? Bu ayet de Savaş Hukukuna dâhildir. Keşke bütün İslam ülkeleri bu talimatlara uysalardı da b atılı devletler gibi kuvvetli olsalardı.

D)   Ayet 4: 89: "Sizin de kendileri gibi inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız. O halde Allah yolunda göç edinceye kadar onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin". Bu ayet de Savaş Hukuku ile alakalıdır. Eğer herhangi bir akıllı insan, savaş hukukunda uzman olsun olmasın, diyecekler ki, bu ayet savaşı ilgilendirmektedir barış zamanını değil. Zaten bir sonraki ayeti okuyan da hemen bunu anlayacaktır: "Ancak kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak (istemediklerin) den yürekleri sıkılarak size gelenler müstesna.…."

 Böylesine bir çarpıtma ne ahlakidir, ne insanidir; aynı zamanda bütün mukaddes kitaplara da hakarettir, cahillik ve ahlaksızlıktır.

 

3.     Savaş Zamanında Şiddete Karşı Çıkan İslam Barış Zamanında şiddete müsaade eder mi?

İslam'da soykırım olup olmayacağını veya insana karşı şiddet uygulanıp uygulanamayacağını harp halinde bile yasak ve serbest fıilleri ayrı ayrı özetleyerek izah edebiliriz:

A) Yasak fiiller: Zulüm ve işkence ile öldürmek; muhârip sınıfına girmeyen kadınları, küçükleri sahiplerine hizmet için gelmiş köleleri, sakat ve müzminleri, yaşlıları, hastaları, akıl hastalarını ve dünyadan el etek çekmiş din adamlarını öldürmek yasaktır. Ancak bunlardan biri bedeni, fikri ve malı ile savaşa katılırsa, öldürülebilirler.

İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi (müsle) de yasaktır. Verilen söze veya muâhedeye aykırı hareket yasaktır. Savaş zarureti bulunmadan ziraî mahsuller, orman ve ağaçlar yakılamaz. Zina ve gayr-i meşrû münasebetler yasaktır. Rehineler öldürülemez; ölülerin başı ve uzuvları kesilemez ve katliam yapılamaz. Başta baba olmak üzere yakın akraba, savaşla ilgisi olmayan esnaf ve tüccarlar öldürülmez. Daha başka yasaklar da bulunmakla beraber, biz bu kadarıyla iktifâ ediyoruz[1].

B) Normal zamanlarda yasak olduğu halde savaş sebebiyle serbest hale gelen fiiller iki gruba ayrılır:

Birinci grup; düşman şahıslara karşı yapılması caiz olan fiillerdir. Savaşa katılan düşman askerlerini öldürmek, yaralamak, takip etmek ve esir almak caizdir. Öldürülmemesi gerekenleri daha önce belirtmiştik. Hz. Peygamber'in "Harp hiledir" hadisi gereği, düşmanı şaşırtmak, moralini bozmak ve yanlış taktik ve stratejilere sevk etmek amacıyla savaşta hile yapılabilir. Bunun hazırlayıcısı demek olan soğuk harp yani propaganda da caiz görülmüştür. Düşmana her çeşit silahla hücum edilebilir. Ancak zehirli silahların kullanılması, hukukçular tarafından reddedilmiştir. Kalelerin yakılması veya düşmanın suda boğulması da caiz görülmüştür. Gece baskını ve pusu da harbin sevk ve idaresinde caiz görülen harb vasıtaları arasındadır. Bedir harbinde yapıldığı gibi suyolları kesilebilir veya kullanılmaz hale getirilebilir. Düşmana haber sızdıran casuslar ölüm cezasına çarptırılırlar. Kısaca yasak fiillerin dışında bütün fiiller harp zamanında serbest hale gelir. Bu arada hava ve deniz harbinin de caiz görüldüğünü sadece belirtelim[2].

İkinci grup ise; düşman mallarına karşı harp esnasında yapılabilecek fiillerdir. İslâm hukuku, temelde sulh veya harp halinde her çeşit mal telefini yasaklar. Ancak harp zarureti gereği bu kaidenin istisnaları ortaya çıkmış ve düşmana ait binaların yıkılması, ağaçların kesilmesi ve ziraî mahsullerin telef edilmesi caiz görülmüştür[3].

Harp halinde bile bu sınırlamaları getiren bir dinin şiddete, insan öldürmeye, katliama ve soykırıma müsaade etmesi mümkün değildir.

 

4.     Fitne ne demektir?

Fitne, Arapça kelime manası olarak "topraktan çıkarılan altın ve gümüş gibi madenlerin hasını posasından ayırmak üzere yüksek dereceli ateşte yakmak ve eritmek"  demektir. İnananları inkârcılardan, salihleri sapıklardan, iyileri kötülerden seçmek, insanları terbiye ve tecrübe etmek ve herkesin gerçek ayarını belirtmek işine de Kur'an, "fitne" tabir etmektedir. Yani, dünya hayatının tamamı, bir fitne ve imtihandır. "Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi sınamak için hayra ve şerre mübtela kılıyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz." [Enbiya: 35]; "Bilmem, belki de O (Allah) sizi denemek (üzere) bir süreye kadar yaşamak için (mühlet) veriyor."[Enbiya: 111]; "İnsanlar sadece "iman ettik" demekle, bir fitneye ve imtihana tabi tutulmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Yemin olsun ki biz, daha öncekileri de  sınadık. Elbette Allah (bu imtihanın sonunda) sadıkları da bilecek, yalancı sahtekârları da bilecektir." [Ankekubt: 2, 3]; "Mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir fitne (imtihan) dır."[Teğabün: 15]

Fitnenin, imtihan anlamında kullanılan bu genel tanımı yanında, biraz da "insanlar arasında fesat çıkarmak, dirlik ve düzeni bozmak, ortalığı karıştırmak" gibi özel manaları üzerinde duracağız. Bu nedenle Cenab-ı Hak: "... Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha şiddetli bir günahtır."[Bakara: 191] "... Onlarla çarpışın (ve cihat edin ki) fitne ortadan kalksın, din yalnız Allah'ın dini olsun."[Bakara: 191]

İnsanların kafasını karıştıracak, şaşkınlığa ve taşkınlığa sebep olacak ve ihtilaf çıkaracak şekilde bazı yersiz ve yararsız konuları gündeme getirmek de, manevi bir fesatçılık sayılmıştır. "Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve kendi keyiflerine göre yorumlamak için, müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun hakiki te'vilini Allah'tan başka kimse bilemez"[Al-i İmran: 7] ayeti bu duruma işaret etmektedir.

Fitne, bir diğer manada, zalim yöneticilerin istismar aracı olmak ve onların zulmüne uğramaktır. "Rabbimiz bizi zalimlerin fitnesi kılma. Rahmetinle bizi inkârcı güruhun elinden kurtar"[Yunus: 85]

 5.     Bütün Dinler Ahiretin Olduğunu ve Ahirette Allahın Ebedi bir Azabı Bulunduğunu Kabul etmektedirler

Pavlos Romalılara yazdığı bir mektupta demektedir ki, 'Allah insanları kendi itaatsizliklerinden dolayı ve bütün insanlara merhamet olsun diye ebedi hapse atacaktır.' (Rom. 11: 32). Ebedi azap konusunda da (Matt. 25: 46) şu hakikat Hıristiyanlıkta vurgulanmaktadır ki, ebedi azap kesindir, nihaidir ve devamlıdır.

İslamiyete göre de mükâfat veya mücazat bu dünyadaki hayat imtihanından sonar insanlar beklemektedir. İyi işler yapan ve Allaha inanan insanlar Allah'ın rızasını kazanırlar ve ebedi Cennet ile mükâfatlandırılırlar. Sapıtanlar, Allahı inkar edip O'nun hükümlerini çiğneyenler ise, Cehenneme müstahak olurlar ve ebedi azap ile karşılaşırlar.

Bazı cahil insanlar ebedi azap ile alakalı Kur'anın bazı ayetlerini okuyarak şunu iddia etmektedir ki, Kur'an insanlığa karşı şiddet ihtiva etmektedir. Mesela 4:56 ayeti gibi ki buyruluyor: "Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız; onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar! Allah daima üstün ve hakîmdir.." Böyle bir iddia bütün mukaddes kitapları inkârdır ve onlara hakarettir. "Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (23: 115).

İslama göre, Cehennemin vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakiki adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler. Çünkü, nasıl bin mâsumların hukukunu çiğneyen bir zâlimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zâlimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil, yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir.

Evet, nasıl bir serseri âsi ve raiyete tecavüz eden bir adam, oranın izzetli hâkimine dese, "Beni hapse atamazsın ve yapamazsın" diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edepsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de, kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celâline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemâl-i rububiyetine tecavüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennemin pek çok vazifeler için pek çok esbab-ı mucibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennemi halk etmek ve onları içine atmak, o izzet ve celâlin şe'nidir.

 Netice itibariyle Kur'an'ı veya İslamı şiddet Kitabı veya şiddet dini olarak vasıflandıranlar, ya İslam'a ve Kur'an'a düşmanlıklarından veya cehaletlerinden yahut akli dengesizliklerinden bunu yapmaktadırlar. Bize düşen bilimle ve akılla bunlara cevap vermektir. Bazan onları muhatap almamak en iyi cevap teşkil edebilir. Zira her üren köpeğe taş atacak olursanız yeryüzünde taş kalmaz sözü meşhur bir atasözüdür.

 Tel: +31 (10) 4854721 Fax: +31 (10) 4843147

E-mail: info@islamicuniversity.nl; info@iur.nl;

www.iur.nl; www.iurtv.nl; www.islamicuniversity.nl

 

[1] Mevkufati, I/343; Damad, I/643 vd.; Hamidullah, 318-327.

[2] Mevkufatî, I/342-343; Damad, I/643-644; Hamidullah, 344-360; Turnagil, 216 vd.

[3] Mevkufatî, I/342, Turnagil, 218-219; Damad, I/643.

 


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
Web Sitemiz : http://www.gencmusalli.com
Blogumuz     : http://gencmusalli.blogspot.com
                       http://islamiegitim.blogspot.com
                       http://dusunceufuklarinda.blogcu.com
                                                                                   Hasan Ahmet Evliyaoğlu

27 Mart 2008 Perşembe

MHP'yi Bekleyen Yakın Tehlike...!

MHP'yi bekleyen yakın tehlike
Şimdi MHP yine kritik bir eşikte duruyor...Mehmet Kamış MHP'yi bekleyen yakın tehlikeyi yazdı.

MHP'ye açık çağrı

27 Nisan e-muhtırası ile AK Parti'nin kapatılma davasının birbirine benzeyen çok yönleri var. 27 Nisan bildirisinde halk, tercihlerine açıkça müdahale edilmesini doğru bulmadı ve buna cevabı 22 Temmuz'da verdi; beş yıl boyunca iktidarda yıpranmış bir partiyi yüzde 47 ile yeniden iktidara getirdi.

27 Nisan'da siyaset dışı bir yerden, halkın temel değerlerine yönelik müdahale edilmek istenmesi vatandaş nazarında olayı bir anda AK Parti olmaktan çıkarıp kendi varlığıyla ilgili bir konu haline getirmişti. Doğrusu halk, buna kimsenin beklemediği bir tepki gösterdi. O zamana kadar müspet muhalefet ile AK Parti'nin icraatlarından memnun olmayan kitlelerin önemli adreslerinden biri haline gelen DYP ile ANAP kötü bir oyunun figüranlığını yapmanın cezasını çok ağır ödedi. 27 Nisan'dan önce halkın değerleriyle mücadele etmek yerine iktidarın yanlış icraatlarının üzerinden siyaset yapan Mehmet Ağar yönetimindeki DYP (sonradan DP oldu) anketlerde barajı aşıyor görünüyordu. Ancak, kritik zamandaki yanlış tutumun faturası seçim sandığında ortaya çıktı ve DP yüzde 5,4'te kaldı.

Erkan Mumcu da, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kilit parti olmanın tadını çıkartıyor, o televizyondan bu televizyona koşuyordu. Ancak tarihî bir hata yapan Mumcu, sivil bir cumhurbaşkanının seçilmesini engelleyecek oyunun bir parçası haline gelince, derin Türkiye onu da affetmedi. AK Parti'nin yönetim biçimini beğenmemek, ekonomik ve sosyal politikalarını eleştirmek, dış politikadaki yaklaşımlarını doğru bulmamak gayet tabii bir davranıştır. İktidarı taşımak çok zordur ve AK Parti kadrolarının iktidardaki tavırları hoşa gitmeyebilir. İktidarı taşıyacak olgunlukta bulunmayabilir de. Ancak toplumun inandığı değerleri desteklediği için onu kapatmaya kalkmak, işi başka bir mecraya sokuyor.

MHP seçimlerden sonra bugüne kadar ülke yararı için ve toplumun değerleriyle barışık hareket etmeye çalıştı. 22 Temmuz seçimlerinden sonra birtakım güç odaklarının bütün beklentilerini boşa çıkarırcasına müspet hareket etti. e-muhtıra sürecinde CHP ile MHP'nin koalisyon kurmaları üzerine kurgulanan oyunu seçimden sonra da gösterdiği yapıcı tavırla bozdu. Bahçeli, ülkücü gençliğin kavgalara çekilerek kargaşa ortamının oluşturulmasını da engelledi. Onları kavgadan ve sokaktan uzak tuttu. Cumhurbaşkanlığı konusunda gösterdiği müspet davranış bütün hesapları altüst etti ve ülkenin kaotik bir ortama girmesinin önüne geçti.

Dedim ya 27 Nisan e-muhtırası ile AK Parti'nin kapatılmak istenmesi, topluma aynı şeymiş gibi geliyor. Şimdi MHP yine kritik bir eşikte duruyor. Halkın değerlerine muhalefet etmeden, yapıcı bir üslupla siyaset yapmak MHP'yi geliştiriyor ve büyütüyor. MHP'nin, AK Parti'nin yanına eklenmesini beklemek tabii ki son derece yanlış olur. Zaten böyle bir şey bekleyen kimse de yok. Hele de MHP gibi dominant karakterli bir partinin kendine has tavırları tabiî ki olacaktır. Ancak AK Parti'yi kapatma davası, tıpkı 27 Nisan e-muhtıra bildirisi gibi partiler üstü bir konu. Buradaki tavır ya da niyet, milletin bizzat kendisini, onun değerlerini kapatmaya yönelik bir girişim. MHP, 22 Temmuz'dan bu yana gösterdiği müspet hareket etme prensibinden asla vazgeçmemelidir. AK Parti'nin kapatılması adımına, toplumun nasıl baktığını çok iyi tahlil etmelidir. Aksi haldeki davranış, AK Parti'yi daha da güçlendirir MHP'yi zayıflatır.

Unutulmamalıdır ki, siyaset dışı oyunları bu toplum hiç sevmiyor.

MEHMET KAMIŞ


--~--~---------~--~----~------------~-------~--~----~
İyi ki doğdun Efendim (sallallahu aleyhi ve sellem)

HASAN CEMAL TÜRKİYE ÜZERİNDE OYNANAN OYUNU DEŞİFRE ETTİ...!


HASAN CEMAL TÜRKİYE ÜZERİNDE OYNANAN OYUNU DEŞİFRE ETTİ


İşte gizlisi saklısı kalmayan SIR

Oyun aslında çok açık oynanıyor. Görmek isteyenler için gizlisi saklısı yok. Adı sır değil...Hasan Cemal oyunun adını yazdı.

Türkiye'ye yapılacak kötülükler üzerine...

Oyun aslında çok açık oynanıyor. Görmek isteyenler için gizlisi saklısı yok. 2002 yılı sonunda, AKP'nin seçimleri kazanıp hükümet olmasından beri sahnede heyecanla izlenen bir oyun bu.
Adı sır değil:

AKP'yi devirmek!

Nasıl mı?

Yeni bir 28 Şubat'la...

Muhtıra ile...

Askeri darbeyle...

Olmadı, yargısal darbeyle...

Arayışlar 2003'le birlikte başladı. Askerin doruklarında uç veren kıpırdanmalar, yargıyla üniversitenin tepelerine sirayet etti organize biçimde.

Sivil odakların bağlantı noktalarında bir kısım basın ve emekli paşaların başını çektikleri bazı kuruluşlar vardı. Perde arkasında ilginç işbirliği örnekleri, 'organize işler' sergileniyordu.
Askerin doruklarında rahatsızlığa yol açan ilk konu Kıbrıs oldu. Başbakan Erdoğan- Dışişleri Bakanı Gül ikilisinin Annan planıyla "Kıbrıs'ı satmaya hazırlandıkları" söyleniyor, bunun engellenmesi isteniyordu.

Ağır basan kaygılara gelince:

(1)Erdoğan hükümeti, AB'ye uyum ve demokrasi diyerek askerin elini zayıflatacaktı.(2)Bu durum Türkiye'nin bölünmesine giden yolu kısaltırken,(3)siyasal İslam'ın güçlenmesini ve devleti adım adım ele geçirmesini hızlandıracaktı.

Ne mi yapmak lazımdı?

AKP'den kurtulmak ve AB eğer 'özel koşulları'mızı kabul etmiyorsa, o zaman AB'ye de sırtımızı dönerek başka sulara açılmak şarttı.

Hangi sulara?

Örneğin Tuncer Kılınç Paşa, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği koltuğunda otururken, AB'ye alternatif olarak Rusya, Çin, İran, Ortaasya sularından açık açık söz etmişti.

2003'le 2004'ün darbe tertipleri böyle bir ortamın içine oturdu. Sarıkız ve Ayışığı gibi isimler aldı.

Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman Paşa'yla, özellikle Jandarma Komutanı Şener Eruygur Paşa'ya kadar uzandı tertiplerin kökleri. Hatta MİT'in konuyla ilgili uyarıları gündeme geldi.
Bir kısım basında manşetler atıldı, "Genç subaylar rahatsız!" diye... Yazılar yazıldı, "Ne bekliyorsunuz, elinizi çabuk tutun!" diye... "Her şeye yeni baştan başlıyoruz!" diye... Zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa'yı yıpratmak için haberler üretildi, köşeler yazıldı.
Ne çabuk unutuluyor bunlar.

Ama sonunda istedikleri olmadı.

(1)Hilmi Özkök Paşa, askerin anayasadaki yerine sadık kalarak 'darbe tertipleri'ni etkisiz kıldı.(2)Yeni bir 28 Şubat için büyük medya ikna edilemedi.(3)Büyük işdünyası da, büyük medya gibi, hükümetin AB ve ekonomi politikalarını desteklediği için 'darbe tertipleri'nde yer almadı.

Ama oyun devam etti.

"AKP'yi devirmek!" oyunu, özellikle 2006'dan itibaren 'Çankaya Savaşları' adı altında devam etti. Ne yapılırsa yapılacak ama Cumhurbaşkanlığı AKP'ye verilmeyecekti. Bunun için Türkiye istikrarsızlaştırılacak, siyasal cinayetler ile çalkalanacaktı.
Türkiye, gerçek bir hukuk skandalı olan 2007 yılı Nisan ayındaki 367'ye ve 27 Nisan Muhtırası'na böyle geldi. Askerin gece yarısı muhtırasıyla 367'deki parmağı ileride yazıldığı vakit, hiç aklınızdan çıkarmayın, demokrasi açısından Türkiye'nin yaşadığı ayıplar bir kez daha hayretle görülecektir.

Cumhurbaşkanı seçimi, muhtıra ve hukuk komplolarıyla ancak dört ay ertelenebildi. 22 Temmuz seçimlerinde AKP'nin yolu kesilmek, hiç olmazsa bir koalisyon ortağına bağlanmak istendi.

Tümü ters tepti.

Halkın muhtırası yüzde 47 oldu.

Ve Abdullah Gül Çankaya'ya çıktı.

Fakat sona ermedi oyun.

2003-2004 darbe tertipleri geride kalmış olsa da, seçim sandığında sonuç alınmamış olsa da, askerin muhtırası seçim sandığında ters tepmiş olsa da, şimdi sırada yargısal darbe var.

Bir başka deyişle:

Askeri değil hukuki darbe!

Şunu unutmayın:

Bir askeri darbe Türkiye'ye ne kadar büyük bir kötülük yaparsa, AKP'nin kapatılması da Türkiye'ye aynı ölçüde kötülük yapar.

Siyaseti istikrarsızlaştırır.

Ekonomiyi istikrarsızlaştırır.

AB ile ilişkileri dinamitler.

Ve hiç kuşkunuz olmasın:

"Ah bir ekonomik kriz çıksın da bu AKP gitsin!" diyenlere gün doğabilir, ama Türkiye iyice cepheleşir, Türkiye bin beter kutuplaşır.
Türkiye'yi gerçekten bölmek isteyenler de, Türkiye'yi radikal İslam'ın etki alanına çekmek isteyenler de, hiç kuşkunuz olmasın, AKP'nin kapatılmasına çok sevinirler.

Kim bilir kaçıncı kez yazıyorum bunları. Ama yazmayı sürdüreceğim.
Çünkü Türkiye'de rejime dışarıdan müdahaleler, muhtıralar, darbeler, bu ülkede demokrasinin yerleşmesini, siyasetin olgunlaşarak taşlarının yerli yerine oturmasını sürekli geciktiriyor.

Askerin işi siyaset değildir.

Ülke savunmasıdır.

Yargının işi siyaset değildir.

Hukuktur, hukuk devletidir.

Türkiye'yi kimlerin yöneteceğine seçim sandığında millet karar verir. Bu mekanizmaya dışarıdan müdahale demokrasiye aykırıdır ve Türkiye'ye kötülüktür.

Bu kötülüğe ortak mı olacaksınız? Yoksa demokrasiden yana mı çıkacaksınız?

Soru budur.

Üçüncü yazı yarına...

HASAN CEMAL/MİLLİYET

26.Mart.2008 09:46:37